Peygamber Efendimiz (s.a.v), ehl-i beyt hakkında şöyle buyurmuştur:
“Ehl-i beytimi seven beni sever, beni seven Allah (c.c)’ı sever. Ehl-i beytime buğz eden bana buğz etmiş olur, bana buğz eden Allah (c.c)’a buğz etmiş olur”.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ev halkı. Ehl-i Beyt, bir evde yaşayan aile fertleri, aile demektir. İslâm fıkıh terminolojisinde bir terim olarak Hz. Peygamber (s.a.s)’in hısımlarından kendilerine zekât verilmesi yasaklanan aile fertlerinin tamamını ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda ehl-i beyt; Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ailesi, Ca’fer, Âkil, Abbâs ve aileleridir. Şia’ya göre ise; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir.[1]
Rasûlullah (s.a.s.) ile ehl-i beyt’e de salât ve selâm getirmek müslümanların bir görevidir.[2]
Ehli beyti sevmeyen gerçek manada mümin olamaz.
Ehl-i beyt terimi Kur’ân-ı Kerîm’de Ahzâb sûresindeki şu âyette açıklanmıştır:
“Ey Peygamber hanımları, evlerinizde oturun; eski câhiliyedeki gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın, zekâtı verin; Allah’a ve Peygamber’e itâat edin. Ey Peygamber’in ev halkı, Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister” (el-Ahzâb: 33/33).
Rasûlullah (s.a.s)’in eşlerinin, diğer bir deyimle mü’minlerin annelerinin ev halkından olduğu bu âyetten anlaşılmaktadır. Ayette,“Ey ev halkı” ifadesiyle onlar kastedilmektedir. Çünkü âyetin başında “Ey Peygamber’in hanımları”hitâbı vardır.[3]
Bu terim, bir adamın hanımlarını ve çocuklarını kapsamaktadır. İbn Abbâs, Urve b. Zübeyr ve İkrime bu âyetteki ehlü’l-beyt lâfzından Hz. Peygâmber (s.â.s)’in hânımlarının kastedildiğini söylemişlerdir.
Hz. Ali ve ailesi de ehl-i beyt’tendir.
Enes b. Mâlik’in rivâyetine göre: Hz. Peygamber (s.a.s), altı ay boyunca Fâtıma’nın kapısının önünden geçtiğinde, sabah namazına giderken, “Ey ehl-i beyt namaz, namaz…” demiş ve Ahzâb suresinin otuzüçüncü âyetini okumuştur. Ebû Ammâr’ın ve başkalarının rivâyet ettiği hadis de şudur:
”…Rasûlullah (s.a.s.), beraberinde Ali, Hasan ve Hüseyin olduğu halde geldi. Her birinin elini kendi eli içine almıştı. İçeri girdi ve Hz. Ali ile Fâtıma’yı önüne oturttu; Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i de kucağına aldı; sonra elbisesini onların üzerine örterek şu âyet-i kerimeyi okudu: ‘Ey ehl-i beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister…’ Sonra devamla,‘Allah’ım, bunlar benim ehl-i beytimdir. Benim ev halkımın temizlenmeye en fazla hakları vardır’ diye dua etti.”Bu hadis, çeşitli muhaddisler[4] tarafından birçok râvîden rivâyet edilen sahih bir hadistir. Hâdislerde, Rasûlullah (s.a.s.)’in eşleri Ümmü Seleme veya Hz. Âişe’nin, Hz. Peygâmber’e kendilerinin de ehl-i beyt’ten olup olmadıklarını sorduğu, bunun üzerine Rasûlullah’ın ona: ”Sen benim için seçilmişsin” buyurduğu nakledilmiştir. Zeyd ibn Erkam, “Rasûlullah (s.a.s.)’in hanımları da ev halkındandır. Ancak onun ehli beyti kendisinden sonra onlara zekât verilmesi haram kılınmış olan Ali, Akîl, Ca’fer ve Abbâs aileleridir” demiştir. Mevdûdî, Rasûlullah’ın bir örtü altına alarak ehl-i beyt’ine dua ettiğine dâir hadisler Müslim, Tirmizî, İbn Hanbel, İbn Cerir, Hâkim, Beyhâki gibi muhaddislerin ve Ebû Said el-Hudrî, Hz. Âişe, Hz. Enes, Hz. Ümmü Seleme ve başka birçok râviden bu hadisin nakledildiğine değinerek; Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in hanımlarının ev halkından olduğunu açıklıkla beyân ettiğini, Hz. Peygamber’in buna ilâveten Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i de dahil ettiğini vurgulamaktadır.[5]
Ehl-i beyt, kavram olarak ortaya çıkışından beri birtakım ihtilâflı konulara yol açmıştır. Hatta şiâ’nın doğuşuna ilişkin önemli bir yol ayrımıdır. Hem Sünnî hem Şii kaynakları, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekâleyn hadisi diye bilinen iki hadis kaydetmektedirler. Sekâleyn hadisi Şiî literatüründe önemli bir yer tutmaktadır.[6]
Gâdir-i Hum’da Hz. Peygâmber’in ”Size iki ağır emanet bırakıyorum; onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız…” buyurduğu rivâyet edilmiştir. Nesaî, Gâdir-i Hum hadisi ile Sekaleyn hadisini bir arada vererek ikisinin de Gâdir-i Hûm’da söylendiğini yazmaktadır.[7]
Hadîsin Müslim’deki Zeyd b. Erkam (ö.68/687) rivâyeti şöyledir. “Mekke ile Medine arasında Hûm denilen bir su başında bulunurken Rasûlullah hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı; Allah’a hamd ve sena etti, vaaz ve hatırlatmalarda bulundu; sonra,‘Haberiniz olsun ki ey insanlar, ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icâbet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum: Bunların birincisi, Allah’ın kitâbidir; onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah’ın kitâbına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız’ buyurdu. Böylece Allah’ın kitâbına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi; sonra da şöyle dedi: ‘Diğeri de ehl-i beyt’imdir. Ben, ehl-i beyt’im hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum’ (Râsûlullah bu son cümleyi üç kere tekrarlâmıştır).[8] Zeyd b. Erkâm, ayrıca Hz. Peygamber’in eşlerinin de ehl-i beyt’ten olduğunu, asıl ehl-i beyt’ten kasdın Peygamber’den sonra sadaka almaları haram olanlar yani Ali, Akîl, Ca’fer ve Abbâs aileleri olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir başka hadisi şöyle nâkledilmiştir:
“Zekât, Muhammed ‘e de Muhammed’in akrabalarına da gerekmez; o insanların kiridir”[9]
“Biz ehl-i beyt’iz bize zekât helâl değildir“[10]
Ebû Hureyre’nin Buhârî’deki rivâyetinde de,”Hasan b.Ali-çocukken-zekât hurmalarından bir hurma aldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) atması için ‘kaka kaka’ dedi. Sonra ‘Sen bilmiyor musun ki biz zekât yemeyiz’ buyurdu” ifadesi vardır.[11]
Müctehidlerin Hz. Peygamber’in yakınları ile onlara haram olan zekât konusunda farklı görüşleri vardır. Ebû Hanife ile İmam Mâlik onların Hâşimîler olduğunu söylerken, İmam Şafii, Hâşimîler ve Muttaliboğulları’dır demektedir. Ebû Yûsuf ile İbn Teymiyye, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yakınlarının yabancılardan zekât almalarının haram, birbirleri arasında ise câiz olduğunu savunmuşlardır. Yûsuf el-Kardâvî günümüzde yaşayan ve Hz. Peygamber soyundan gelenlerin zekât alabileceklerini belirtmektedir. İbn Teymiyye ganimetlerden beşte birinden pay alamayan ehl-i beyt’in darda kalmamaları için zekât almalarının câiz olduğunu söylemiştir. Yûsuf el-Kardâvî buna işaret ederek Âlu Muhammed’in, Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemdeki yakınları olduğunu vurgularken; Ebu Hanife, İmam Muhammed ve bir görüşe göre İmam Mâlik’in de böyle anladıklarını belirtmektedir. Yine o, Alu Muhammed’in zekât alamazken nâfile sadaka alabileceklerinin câiz kabul edilmesinin, minneti daha íazla olan nâfile sadakayı alırken farz olan zekâtı almamanın tutarlı olmadığını söylemektedir. Hz. Peygamber’in yakınlarına zekât yasağı koyarken, yakınlarını zekât almaktan menetmek, afif yaşamanın örneğini göstermek, kendisini ve ailesini töhmetten kurtarmak istemiştir. Bu yasağın kıyâmete kadar devam etmesinde bir hikmet bulunmamaktadır. Üstelik ganimet ve fey gelirlerinden de bugün yaşayan yakınlarını mahrum etmenin onları yoksulluğa ve fakirliğe mahkum etmek demek olduğunu savunmaktadır.[12]
Gâdir hadîsinin Şiî kaynaklardaki anlatımında Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı dönüşünde Gâdir-i Hûm’da önemli bir hususu tebliğ etmek için konaklayarak ashâbına, “Allah bana; ‘Ey Peygamber, Sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez’ (el-Maide: 5/67) âyetini indirdi” buyurarak, Cebrâil’in şu emri getirdiğini söylemiştir: “Ali b. Ebû Tâlib benim kardeşim, vâsim, halifem ve benden sonra imamdır. Ey insanlar Allah onu size velî ve İmam olarak tâyin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhâlefet eden mel’un, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itâat ediniz. Allah mevlâmız Ali ise imamınızdır. İmâmet ondan sonra onun soyundan kıyâmete kadar devam edecektir.” Ayrıca Ebû Sâd el-Hudrî şöyle demiştir: “Mâide sûresinin 67. âyeti Hz,. Ali hakkında nâzil olmuştur”[13] Bu ibareler, Şiî kaynaklarda bu şekliyle kaydedilmektedir.
Şiâ tefsirinde, sözkonusu âyette Rasûlullah’ın tebliğ etmesi istenen şey Hz. Ali’nin hilâfetidir. Hasan el-Basrî’nin (ö.110/728) rivâyetine göre; Cebrâil Hz. Ali’nin velâyeti konusunda Hz. Peygamber’e delil olmasını istemiş, o da ‘amcasının oğlunu korudu’ diye düşünmesinler niyetiyle bunu tebliğ etmemiş, âyet bunun üzerine inmiştir… Hz. Peygamber daha sonra “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır” buyurmuştur. İbn Teymiyye bu hadisin mevzû olduğunu yahut bu rivayetin Şiîler tarafından arzuları ve görüşleri doğrultusunda değiştirildiğini kaydetmektedir.[14] Sekaleyn hadisi Ehl-i Sünnet’ten otuz dokuz, Şiâ’dan sekseniki rivâyet yoluyla gelmiştir. Bu kadar çok rivâyet yoluyla gelmesinin sebebi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bunu birçok yer ve zamanda tekrar tekrar söylemiş olmasıdır. Şiâ, bu hadisten ehl-i beyt’in mâsum olduğunu ve Kur’ân’dan ayrılmazlığı anlamını çıkarmış; bunların yalnız birine değil her ikisine de tutunmak gerektiğini, çünkü Hz. Peygamber’in “iki emanet”ten kasdının bu olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i beyt, kıyâmete kadar Kur’ân’ın yanındadır.[15]
Sünni alimler ise hadisin lâfzını, “Allah’ın Kitabı ve Râsûlullâh’ın sünneti” şeklinde açıklamaktadırlar.[16]
Ehl-i beyt’in Kerbelâ katliamından sonra siyasetle ilgisini kesip kendisini tamamen ilme vermesine rağmen Emevi ve Abbâsilerin onlar üzerindeki baskısı her zaman varolmuştur. Ali Zeynelabidin, oğulları İmam Zeyd ve Muhammed Bâkır (ö.114) Hz. Peygamber’den tevârüs ettikleri ilmi sürdürmüşlerdir, Muhammed Bâkır’ın oğlu İmam Câfer-i Sâdık (ö.148) ehl-i beyt’in fikri, fıkhı ve ilmî mirasını sistemleştirmiş, o, İmam Zeyd’in, Hz. Ali’nin torunlarından en-Nefs-üz-Zekiye’nin, İbrahim’in, Abdullah b. el-Hasem’in şahâdetlerini görmüştür. Onun zamanında başta Irak olmak üzere İslâm ülkelerinde Ehl-i Beyt olduklarını öne süren “Dâî” ler ortaya çıkmış; bunlar helâli haram kılarak, hattâ İmam Câfer’i tanrılaştırarak İslâm’dan sapmışlardır.
İslâm tarihinde ehl-i beyt’in Hz. Ali’den sonra tarihte çeşitli aşamalar geçirdiği ve her bir dönemde ayrı ayrı şekil ve kalıplar alarak bugünkü hale ulaştığı bilinen bir husustur. İlmin kapısı olan Hz. Ali’ye ashâb arasında sevgi ve hürmet besleyenler, hattâ onun halife olacağını savunanlar vardı; ancak onlar mezhep oluşturmamışlardı. Ebû Zerr, Mikdât b. el-Esved, Câbir b. Abdullah, Ubey b. Kâb, Ebû’t-Tufeyl, Abbas ve çocukları, Ammâr b. Yasir, Ebû Eyyub el-Ensârı bunlar arasındadır. Daha sonrâları Hz. Osman zamanında fitneler başlamış, aşırı tarafçılık eğilimleri belirmiş, Emeviler zamanında ehl-i beyt’e büyük bir zulüm gösterilmesi bütün ümmetin Emevilere karşı nefretini doğurmuştur. Irak’ta gelişen Şiîlik, aşırılarıyla ve mûtedilleriyle tarihte önemli bir hareket olmuştur.
Hz. Ali yoluyla gelen ehl-i beyt; Hasan, Hüseyin, Muhammed İbn el-Hanefiyye, Abbâs ve Ömer’den yayılmıştır. Hz. Ali şehid edildikten sonra (661) yerine Hz. Hasan halife seçilmiş ve halifeliğinde suikasta uğramış, iyileştikten sonra hutbesinde şöyle demiştir: “Ey Irak halkı bizim için Allah’tan korkun. Biz sizin emirleriniz ve misafirleriniziz. Biz ev halkıyız. Çünkü Allahu Teâlâ bizim hakkımızda, “Ey ehlü’l-beyt, Allah sizden eksikliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister” diye bahsetmiştir.”
Şiâ’ya göre mâsum olan ve ehl-i beyt’den gelen on iki İmam şunlardır: Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Ali Zeyne’l-Abidin, Muhammed el-Bâkır, Câfer-i Sâdık, Musa el-Kâzım, Ali er-Rıza, Muhammed el-Cevad, Ali el-Hâdî, Hasan el-Askerî, Muhammed el-Mehdi. Ehl-i beyt’in Hz. Ali’den gelen imamlarına tarih boyunca zulmedilmiş, bunların birçoğu şehid edilmiştir.
Hz. Hasan’ın soyundan: Muhammed en-Nefsü’z-Zekiye (145/763), İbrahim, Hüseyin b. Ali (169/785), Muhammed b. Tabat (199/814), Muhammed b. Süleyman (814), Zeyd b. Musa el-Kâzım ve Ali b. Muhammed, İbrahim b. Musa, el-Hasan b. Zeyd (250/864), el-Hüseyin, İsmail b. Yûsuf, Muhammed b. Zeyd, Ahmed b. Muhammed, Hasan b. Ali gibi kimseler gelip ehl-i beyt’in liderliğini yapmış Emevi ve Abbâsilere karşı kıyam etmişlerdir.
Hz. Hüseyin’in soyundan gelip de ehl-i beyt davası uğruna şehid olanlar ise şunlardır: Zeyd b. Musa el-Kazım, Muhammed b. Câfer es-Sâdık, el-Hüseyin el-Aftas, Muhammed b. Kasım, el-Hasan el-Karkî, Muhsin b. Câfer (404)[17]Hz. Peygamberin ehl-i beytinden gelenler günümüzde İslâm âleminin değişik yerlerinde yaşamaktadırlar. Hz. Hüseyin soyundan gelenlere Seyyid, Hz. Hasan soyundan gelenlere Şerif denilmektedir .
Hz. Peygamber’in ehl-i beyt’inin işleriyle meşgul olan görevlilere tarihte Nakîbü’l-Eşrâf denilmiştir. Nakîbü’l-Eşrâf, Peygamber hânedânı efrâdının umûmî bir vâsisi hükmünde olup, gördüğü vazifenin şerefinden ötürü en yüksek mansıblardan sayılmış, İslâm devletlerinde her zaman bunlara hürmet ve ta’zimde bulunulmuştur.[18]
[1] Sahih-i Müslim, II . 751-752; .IV, 1873.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 323.
[3] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân terc. İstanbul 1983, IV, 370.
[4] Ahmed b. Hanbel, İbn Cerû et-Taberî, Müslim…
[5] Mevdûdi, a.g.e. aynı yer.
[6] Cemal Sofuoğlu, Gâdir-i Hum Meselesi, AÜİFD, XXVI, Ankara 1983, 468.
[7] Ayr. bk. Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe, 36; Ebd Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Menâkıb, 32; Nesaî, Hasâis, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Menâsik, 84; Hâkim, Müstedrek, III, 109; Ahmed b. Hanbel, II, 114, IV, 367; İbn Kesir, el-Bidâye, IV, 414.
[8] Müslim, Fedâilü’s-Sâhâbe, 36; Ayrıca bk. Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, Terc. M. Sofuoğlu İstanbul 1970, VII, 311-314.
[9] Müslim, Zekât, 167; Ahmed b. Hanbel, V, 166.
[10] Ebû Dâvûd, Zekât, 29; Müslim, Zekât, 161.
[11] Buhâri, Zekât, 57, 60; Cihad, 188; Müslim, Zekât, 161; Ahmed b. Hanbel, I, 200.
[12] Kardâvî, Fıkhü’s-Zekât, Beyrut 1969, II, 732-733.
[13] Mecmau’l-Beyân, III, 223; Dairetü’l-Maarifü’l-İslâmiyye eş-Şiâ, 37; Vahidi, Esbâbu’n-Nüzûl, 115.
[14] bk. İbn Teymiyye, Minhacü’s-Sünne, Gâdir-i Hum.
[15] Muhammed Takiy el-Hakim, Usûlü’l-Fıkhi’l-Mukârin, 167.
[16] Bk. İbn Hişâm, es-Sıre, IV, 251; Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mace, Menasik, 84; Ahmed b. Hanbel, IV, 267; İmâm Mâlik, Kader, 3; Buhâri Târih, 375; Askalânî, Tehzib, VII, 327; İbn Abdilberr, el-İstiâb, II, 473; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, V, 214, İbnü’l-Esir, Üsdü’l-dâbe, 111, 307.
[17] Mes’ûdî, Murûcü’z-Zeheb.
[18] Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/51-54