Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Tasavvuf ve Tarikat

TASAVVUF VE TARÎKAT

Kitabımızda  Tasavvuf ve tarîkat başlığı altında yayınladığımız bu bölüm başlı başına Tasavvuf ve tarîkatları anlatan müstakîl bir kitap çalışması olmadığından genel ve özet bilgiler vermeye gayret ettik.

İsmini birçok ağızdan defalarca duymuş olduğumuz halde hakikati hakkında pek azımızın bilgisi olan Tasavvuf ve tarîkat meselesini iyice anlayabilmek için bazı ön bilgilere ihtiyâç vardır. Bunlar sırasıyla;

1- Tasavvuf’un lûgat ve ıstılâh ma’nâsı,

2- Tarîkat’ın lûgat ve ıstılâh ma’nâsı,

3- Tarîkat’ta kullanılan bazı tabirler ve kısa îzâhları,

4- Seyr-ü sülûkta Merhaleler

5- Zikir ve Rufailik

6- Rufailik’te zikir usûlü

7- Tarîkat’ın gâyesi ve yaptığı hizmetler,

8- Tarîkat’ın İslâm Dini’ndeki yeri,

9- Tarîkat’ın ferde ve topluma etkisi,

10- Tarîkat mensûbu kime derler, nasıl mensûb olunur,

mecbûriyet var mıdır?

11- Tarîkat mensûblarının yaptıkları başlıca şeyler

nelerdir?

12- Tarîkat’ın zararları olabilir mi?

13- Tarîkat büyüklerinden bazılarının sözleri,

14- Tarîkat ile Tasavvuf arasındaki fark nedir?

15- Tarîkat ile alâkası olmadığı halde tarîkat adı altında

işlenen yanlışlıklar,

16- Tarîkat hakkındaki başka bilgiler.

TASAVVUF’UN LÛGAT VE ISTILÂH MA’NÂSI

Tasavvuf, Arapça yün giymek anlamında bir kelimedir. Kul ile Allah arasında ihsân hâdisesinin gerçekleşmesi veya kulun ihsan vasfını kazanmasının yollarını gösteren bir ilim,[1] bâtınî fıkıh.

Ehli İrfân’ın ma’lûmu olduğu üzere insanlığın muhtaç olduğu yüce değerlere kavuşabilmesi için gerekli olan terakki (yükseliş) iki kısma ayrılır.

1- Mâddî Terakki

2- Ma’nevî Terakki

Mâddî Terakki: iktisat, eğitim, teknoloji, pozitif bilimler v.b. bilimlerin sahasına girip insanlığın dünya hayatında refah ve mutluluğunu elde etmek için ihtiyaç duyulan maddî değerlerdir.

Ma’nevî Terakki: Ma’lûm olduğu üzere insan ilk önce iki kısımdan meydana gelmiştir. Âfak ve Enfüs (iç ve dış- subjektif ve objektif alem) insanın dış alemi fizîkî vücudundan ibaret olup, o vücudun bir de batın tarafı vardır. İşte Tasavvuf ilmi; Kur’an ve Sünnet ışığında insanın enfüsî aleminde mevcut bulunan nefs-i emmâresini ıslah etmek, kişinin Allah’a ulaşmasına engel olan masivâ adını verdiğimiz şeylerden kat’ı alâka ederek (Allah’ın(cc) rızasına uymayan şeylerden gönlü arındırmak), yolun tüm inceliklerini bilen kâmil bir mürebbi (nefis terbiyecisi, Mürşid-i Kâmil) rehberliğinde Allah’ın rızasına doğru cehilden (bilgisizlik) ilme, ilimden amele, amelden irfâna, irfândan mutlak hakikate doğru yapılan ma’nevî yolculuğun neticesinde kişinin Allah’ın rızasını tahsil ederek ahiret saadetini elde etmesini esas alan ma’nevî ilme verilen isimdir.

Tasavvuf ilmi mutasavvıflar tarafından, bulundukları hâl ve makam farkı itibarı ile değişik ifadelerle tarif edilmiştir.

Cüneydi Bağdadî(ks): “Tasavvuf, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır. Tasavvuf, Hak’kın seni senden öldürmesi ve kendisinde diriltmesidir. Tasavvuf, içinde sulhu olmayan bir savaştır. O nefisle yapılır” buyurmuşlardır.

Ebu Muhammed Cerirî(ks): “Tasavvuf, güzel ve yüksek olan her nevi huylara giriş yapma, çirkin ve aşağı olan her nevi huylardan çıkmaktır.”

Müzeyyin(ks): “Tasavvuf, kayıtsız ve şartsız hakka boyun eğmektir”

Ebu Ali Ruzbari(ks): “Tasavvuf, kovsa dahi sevgilinin kapısı önüne diz çökmek ve oradan ayrılmamaktır.”

Tasavvufun değişik Allah Dostları tarafından binden fazla tarifi yapılmış olup biz bu kadarı ile iktifa ediyoruz.

TARÎKAT’IN LÛGAT VE ISTILÂH MÂNÂSI

‘Tarik’ Arapça asıllı bir kelimedir. Ma’nâsı yol demek olup çoğulu‘Tarîkat’ ise yollar demektir. Istılâhi ma’nâsı ise; kulları Allâh’a ulaştıran, aradaki ma’nevî engelleri kaldıran yol demektir. Diğer bir ifade ile Allâh’ı anmaktan alıkoyacak her şeyden kalbi temizlemek demektir. Mâsivâ denilen ondan gayrı herşeyden gönlü arındırmaktır. Özetle “Allâh yoluna girmiş dervîş ve sâliklerin takip ettiği yol” [2] demektir.

Cenâb-ı Hak insanı yaratınca ihtiyâçları içerisinde yerde ve gökte çok şey yarattı. İnsan kendine ait bu ihtiyâçlara yönelince, Allâh ile arasında bulunan bu aşka engeller teşkil edildi. Allâh Kur’ân-ı Kerim’de Âl-i İmrân suresinin 14. âyet-i kerîmesinde bu engelleri sırası ile şöyle bildirmektedir:

1-Kişinin kadınlı erkekli kalbî alâkası,

2-Kişinin çocukları ile olan kalbî alâkası,

3-Kişinin altın ve ona benzer değerlerle kalbî alâkası,

4-Kişinin gümüş ve ona benzer değerlerle kalbî alâkası,

5-Kişinin binmeye ait şeylerle olan alâkası,

6-Kişinin süt veren ve diğer hayvanlarla olan alâkası,

7-Kişinin arazi ve benzeri şeylerle olan alâkası

İşte kişinin sevgisi ve kalbî alâkası başlıca bu yedi şeyin yâ hepsindedir veyâ bazısındadır. Herbir sınıfla olan kalbî alâka, kul ile Allâh arasında on bin ma’nevî perde oluşturuyor. O halde yukarıda sıralanan yedi alâka, kul ile Rabbi arasında yetmiş bin ma’nevî perde oluşturmaktadır. Bunlara tasavvuf dilinde “masivâ” denilmektedir. Tasavvuf, kul ile Rabbi arasına giren bu ma’nevî perdelerin kalkmasını öğreten bir ilm-i ma’nevîdir. Tarîkat ise bu ma’nevî ilmim tedris edildiği (öğretildiği) İrfân Mektebi’dir.

Nasıl ki insan sevdiği şeye kavuşmak için bütün fırsatları kullanmak isterse aynen öyle de Allâh’a âşık olan kişi O’na kavuşmak için Tarîkat’ı vâsıta kılar.

TARÎKAT’TA KULLANILAN BAZI TABİRLER VE KISA ÎZÂHLARI

Tarîkat mensûbları bulundukları ma’nevî makamlar itibarıyla Muhib, Tâlib, Mürîd, Murad, Sâlik, Dervîş, Sûfi, Halife ve Şeyh gibi isimler alır.

Muhib: Kelime ma’nâsı seven kişi demektir. Ehl-i tarîkatı sevip intisaba henüz karar vermemiş ancak tarîkat ehlinin zikir ve sohbet meclislerine devam eden kişiye denir.

Tâlib: Kelime ma’nâsı istekli demektir. Bir şeyhe ve muayyen bir tarîkata bağlanmaya karar vermiş ancak henüz intisabı gerçekleşmemiş istekliye verilen isimdir.

Mürîd: Kelime ma’nâsı kendi iradesi ile hareket eden demektir. Allâh’a yaklaşmayı kast ederek Mürşid-i Kâmil’e biat etmeyi istediği, irade ettiği için mürid diye isimlendirilmiştir.

Murad: Kelime ma’nâsı kendi iradesinden çıkıp şeyhin iradesi ile hareket edendir. Şeyhine intisab ettikten sonra kendi iradesini şeyhinin iradesinde fâni edip zâhir ve bâtını ile şeyhine teslim olan müride denir.

Sâlik: Mutlak yolcu anlamına gelip tarîkata intisab eden kişinin murad makamında farz, vacip ve sünnet amellerle birlikte şeyhinin kendisine telkin, talim, tayin ettiği bir takım nafile ibadet, zikir-evrad ve ezkâr ile tasavvuf ilmini tahsil için ma’nevî yolculuğunu devam ettiren kişiye verilen isimdir.

Dervîş: Farsça bir kelime olup fakir anlamındadır. Buradaki fakir mal, mülk ve birtakım mâddî zenginliklerden yoksun anlamında olmayıp kalbini Allâh sevgisine engel olan tüm şeylerden arındıran anlamındadır. Aynı zamanda seyr u sülûk adı verilen ma’nevî yolculukta istikrarlı olan sâlike denir.

Derviş kelimesi beş harften müteşekkil olup “dal” harfi dünyayı terk etmek. Yani, Allah’ın(cc) rızasına mani olan dünya sevgisini kalpten çıkarmaktır.

“re” harfi riyayı yani insanlar görsün diye yapılan hal hareket ve davranışları terk etmektir.

“vav” harfi varlığı terk etmektir. Yani kişinin ben aldım, ben sattım, ben yaptım, ben olmasam olmazdı gibi enaniyet (benlik), ucb(kendini beğenmişlik) kibir(büyüklük taslamak) gibi nefsin kötü sıfatlarını terk etmek anlamına gelip, mutasavvıflar nezdinde varlık birdir. O da Allah’ın vücudundan ibarettir.

“ye” harfi yalanı terk etmektir. Çünkü yalan her türlü kötülüğün kaynağıdır. Onun için sevgili peygamberimiz(sav) yalan söyleyeni ümmet olarak kabul etmemiştir.

“şın” harfi şehvetleri terk etmektir. Şehvet insanın vücut azalarının şiddetli istekleri demektir.Mesela gözün Allah’ın haram ettiği şeylere bakması, gözün şehvetidir. Kulağın Allah’ın yasakladığı şeyleri dinlemesi kulağın şehvetidir. v.b.gibi.

Meczub:Sâlik seyr u sülûk esnasında fena mertebelerini tamamlayıp cem makamında kalır, beka mertebelerini tamamlayarak sülûke başladığı noktaya dönemezse bu ismi alır.

SÛFİ: Kişi Tasavvuf ilminde mütehassıs olunca sûfî lakabı ile anılır.

Hâlife: Kelime anlamı arkadan gelen olup, şeyhin vekili ma’nâsını ihtiva eder. Burada kast ettiğimiz İslam Hukukun da devlet başkanı anlamına gelen, siyasi ma’nâ ifade eden hilafet ve halifelikle alâkası olmayıp yukarıda da belirtildiği üzere tasavvufi meşreblerde kemâle erişip nefis terbiye ve tezkiyesi hususunda mürşid-i kâmilin yerine kâim olan şahsa verilen sıfattır.

Günümüzde yaygın olan yanlış bir kanaat te, şeyh efendi vefat ettiğinde vefat eden şeyhin yerine yalnız bir halifesinin şeyh olacağı zannedilmektedir. Oysaki mutlak hilâfet sahibi olmuş, o şeyhin kaç tane halifesi varsa hepsi de irşad vazifesini yürütebilir.Yalnız halifenin mutlak hilafet mi yoksa mukayyed hilafet mi sahibi olduğu o şeyh efendinin vermiş olduğu icazet (Tarîkatlarda şeyh tarafından halifelere verilen diploma) denilen yeterlilik belgesi ile tespit edilmiş olması lazımdır. Şeyh efendi vefat ettiğinde mutlak hilafet sahibi olmayan mukayyed hilafete sahip olan tüm halifelerin, postnişin makamında bulunan o mutlak halifeye bağlanıp intisablarını tecdid etmeleri ve kalan esmalarını tamamlamaları gerekir. Aksi halde irşada yetkileri olmaz. Tarîkatlarda mutlak ve mukayyed olmak üzere iki tür hilâfet vardır.

Mutlak Hilâfet: Seyr u sülûk’ünü tamamlamış ma’nevî kemalin zirvesine ulaşmış tüm yönleri ile şeyhini temsil etme hakkını kazanmış şeyh vekili demektir.Böyle bir vekile postnişin de denir. Yerine kâim olan, yani şeyh vefat ettiği zaman onun yerine şeyh olan kişi demektir.

Mukayyed hilâfet: Kayıtlandırılmış, sınırlandırılmış anlamında olup, mukayyet hilafet sahibi olan vekil seyr u sülûk’ünü henüz tamamen tamamlayamamış, tamamlaması gereken bir veya birkaç esması kalmış ve şeyhini bazı konularda temsil yetkisine sahip, şeyh vekili demek olup, zatında kâmil olduğu kabul edilse bile başkalarını irşada henüz mükkemmil (başkalarını kemale erdirebilecek olgunluğa ulaşan) olmamıştır. Bu durumda şeyhi vefat ettiğinde postnişinlik yapamaz. Çünkü tüm yönleri ile irşada yetkili değildir. Mukayyed halife, şeyhi vefat ettiği zaman mutlak halifeye, yani şeyhin yerine postnişin olan halifeye bağlanıp intisab etmek zorundadır.

Şeyh-Mürşid: Tasavvuf ilmini tahsil yolunda seyr u sülûk’ünü tamamlamış zâhir ve bâtın irşâda yetkili kılınmış zâtında kâmil, gayrilerini irşad da mükemmil olmuş, şeyhi tarafından verilen icazet ile bu yetkileri sabit olmuş, aynı zamanda postnişin diye isimlendirilen, Tarîkat mensûblarını tüm yönleri ile irşada kâdir olan zâta verilen isimdir.

‘Ben mürşidim’ demekle kişi mürşid olamaz. Ta ki Peygamber Efendimiz’den(sav) beri sahih bir el ile kalpten kalbe akarak gelen ma’nevî bir pay verilmiş olmalıdır. Zira mürşid, dervîşi Rasûlullah’a hatta Cenâb-ı Hakk’a vâsıl edebilmelidir. Çünkü Allâh’tan gelen kulluk sevgisi, evvelce Peygamber Efendimiz’e(sav) gelir, oradan mürşidler kanalı ile bizlere ulaşır. Nasıl ki depodan gelen su, birbirine bağlanmış borularla döşenerek ta mutfağımızdaki musluğa geliyor, eğer borular arasında kopukluk olduğunda su akmıyorsa, nakletme hususunda borular gibi olan mürşidler silsilesi de eğer birbirine bağlı olmazsa Allâh’tan rahmet, muhabbet ve sevgi bize kadar ulaşmaz. Yine elektrik tesisatındaki akış ta bu konunun bir örneğidir.

Mürşidler vâsıtası ile Allâh’tan bizlere ulaşan sevgiye feyiz[3] denir. Feyiz, mürşidin gönlünden mürîdin gönlüne akınca mürîd sevgi ve büyük bir arzu ile Allâh’a yönelir. Yani feyzi çoğalır, bu hale cezbe[4] denir. Dervîş, miraç yaparken Allâh’a karşı olan sevgisinden dolayı cezbe çoğalır, dervîş Allâh aşkı ile dolar ve kendinden geçer. Bu hale sekir[5] hali denir. Cezbe haline düşen dervîşe meczup denir.

Cezbe varken en zor ibâdetler bile nefse kolay geleceğinden Tarîkat’a giren Mürîd bu cezbeyi mürşidinin gönlü ile isteyebilir. Bu isteyişe râbıta denir. Râbıta yaptıktan sonra mürîdin gönlüne feyiz akınca mürîdin Allâh’a karşı sevgisi ve aşkı artar. Mürîd kalbini Allâh’a çevirir. Buna murâkabe[6]ismi verilir.

Velî-i Mercuğ: Sâlik sulükünü tamamladığı vakit insanları irşad için geri çevrilir. İniş kavsinin üçüncü (Seyri Anillâh) ve dördüncü (Seyri Fileşyâ) basamaklarından inebilirse bu ismi alır.

Miraç: Peygamber(sav) efendimizin rûh ve bedeniyle yaptığı mirac’ı Tarîkat ehli beka mertebelerinden cem ül cem veya hazret ül cem makamında iken tamamen Vehbi olarak Allah tarafından huzuru ilahiye çıkarılmasına verilen isimdir. . Buna Tasavvuf dilinde Ma’nevî Miraç veyâ Mirac-ı Rûhani denir.

Ma’nevî Miraç: Kişinin bulunduğu ma’nevî halin minimum noktasından yükselerek kemalat-ı ilahiyeden nasiplendikten sonra tekrar minimum noktaya dönüşüdür.

Miraç halinde olan dervîşten bazen kendisinin haberi olarak bazen de haberi olmayarak olağanüstü haller meydana gelebilir. Eğer bu haller sadece kendisinin hissettiği olup başkalarının görmediği hal ise bunlara mükaşefeismi verilir. Başkalarının hissettiği ve anladığı hallere ise kerâmet[7] ismi verilir. Kerâmet sahibi bir kişi, bu halini Allâh’tan bilir ve ona göre davranırsa hali dâim olur. Aksi takdirde kerâmet, kişinin ma’nevî sembolü değildir. Çünkü kerâmet denen harikulade haller bazen dervîşlikle velîlikle ilişkisi olmayan yaramaz insanlarda da meydana gelmektedir. İslami literatürde bunaistidracdenir. Bir mürşide intisap edinirken dahi kerâmet yeterli ölçü olmamalıdır. Zira günümüzde bu işin sahtekârlığı fazlasıyla yapılmaktadır. Aranılacak en büyük ölçü, Allâh(cc) ve Rasûlü’nün(sav) ölçüleri içerisinde yer almasıdır. Yalnız başına âlimlik, dış görüntüsünün cazibesi, pîr-i fânî (yaşlı) olması pek fazla önemli değildir.

SEYRİ SÜLUK’TA MERHALELER

Seyri İlallâh(Allah’a doğru seyir): Kişinin dünyâda bulunduğu beşeri makamın en alt noktasından hareket ederek, Allâh’a ulaşıncaya kadar yükselişine denir. Tasavvufta seyri ilallah’ın bittiği nokta Makam-ı Cem diye isimlendirilir.

Seyri Fillâh(Allah’ta seyir): Allâh’a vâsıl olduktan sonra Yani sâlikin cem makamındaki seyrine verilen isimdir.

Seyri meallah(Allah ile seyir): Sâlikin cem-ul-cem makamında yapmış olduğu seyir demektir.

Seyri ‘anillâh(Allah’tan seyir): Kişi yükselmenin zirvesine ulaştıktan sonra kemâlât-ı ilahiyeyi (ilâhî ahlak) tahsilden sonra inişine denir.

Allah’a doğru (Zamandan ve mekândan münezzeh olarak, Cenab-ı Hakk’ın rızasını tahsil için yapılan yolculuka) seyr u sülûk diyoruz. Bu manevi yolculuğun nefs-i emareden, nefs-i safiye’ye kadar olan kısmına kavs-i urûciyani yükseliş kavsi denir ki, tevhid-i efal, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zatmakamları, kâmil ve mükemmil şeyh tarafından sâlike zevken gösterilir. Seyr u sülûk dairesinin ikinci yarısını meydana getiren kısma kavs-i nuzûli, yani iniş kavsi denir ki cem, cem-ül-cem, hazret-ül-cem ve ahâdiyet makamlarını ihtiva eder. Yalnız ahâdiyet makamı vehbî olup bunun gayrısı olan makamlar mürşidin rehberliğindedir.

Tabi ki bu makamları çok özet olarak kısa ifadelerle anlatmaya çalıştık. Ehlinin de malümü olduğu üzere “tatmayan bilmez” kelam-ı kibarının muktezasınca bu makamların hâkikati ancak zevken ve şuhûden kâmil bir rehberin delaleti ile yaşayanlar tarafından anlaşılabilir. Bunun maverasında Seyyid Ahmed er-Rüfâi Hazretleri’nin şu güzel sözünü hatırlamamızda mana yolcuları için sayılamayacak kadar çok mana vardır. “Kişinin ulaşamadığı makamlardan bahsetmesi kadar öldürücü bir zehir yoktur.”

Her Tarîkatın kendine has seyr u sülûk usûlü olduğu gibi Rufai Tarîkatı’nın da kendine ait birtakım âdab, erkân, zikîr ve seyr u sülûk usûlü vardır. Fakat bunlardan bir kısmı gerçekten hususiyet arz ettiği için “Emaneti ehline veriniz” ilahi hükmünce ve “Emanetler ehlinden gayriye verildiği vakit kıyameti bekleyiniz” hadis-i şerifinin düsturunca biz burada bu yolun genellik arz eden birtakım hususlarını anlatacağız.

Özellik arz eden hususlar ise “Muhabbetten sual ettim hâl ile, minel kalbi ilel kalbi sebilâ” (Kişiyi Allah’a ulaştıran sevgiden mürşid-i kâmile sorduğumda, o kelimelerle anlatılmaz kalbden kalbe aktarılır diye cevap verdi) mısrasının da ifade ettiği gibi gerçekten tasavvuf; din, sanat tarihi, mûsikî, diğer güzel sanatları da peşinden sürükleyen ilâhî bir aşk hikayesidir ki o, ancak gönülden gönüle lisan-ı hal anlatılabilir. Onun için biz burada Tasavvuf ve Tarîkat’ın özel hallerini anlatmaktan sarf-ı nazar ederek onu ehline bıraktık.

Ayrıca elinizdeki bu kitaba konu olan üç büyük ma’nâ sultanının mensubu oldukları Rufaî Tarîkatı’nın müctehid-i mânevisi yani pîri olan büyük veli Seyyid Ahmed er-Rufai Hazretleri’nin hayatını ve Tarîkatı’nı bu bölümün hacmini aşacağından buraya alamadık. Bu konularda doyurucu bilgilere ulaşmak isteyenler için Ankara “Ehl-i Beyt Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı”[8] tarafından yayınlanmış olan “Seyyid Ahmed er-Rufai Hayatı ve Eserleri”, “en-Necmü’sâi fî menâkibi Seyyid Ahmed Kebiri Rufai”, “Hülâsatü’l-İksir (Rufai soy ağacı)”, “İrşâdü’l-Müslimîn (Rufai Tarîkat Silsilesi)”, “Celâu’s- Sadâ”, “Rufai Yolu’nun Esasları” ve daha başka yayınlanmış eserleri bahse konu vakıftan temin edebilirsiniz.

ZİKİR VE RUFAİLİK

Zikir arapça asıllı bir kelime olup anmak, tekrar etmek anlamlarını ihtiva etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bir çok ayet-i celilede ve Hadis-i Şeriflerde zikir ibadeti yer almıştır. Genel olarak zikir, cehri ve hafi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Biz bu konuda var olan ayetlerden bazılarını yazacağız.

“Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin nankörlük yapmayın”(Bakara 152)

“Akıl sahipleri o kimselerdir ki ayakta iken, otururken ve yanları üzere yatarken daima Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkür ederler.”(Al-i İmran 191)

“Ey iman edenler Allah’ı çok zikrediniz, sabah akşam onu tesbih ediniz”(Ahzab 41-42)

“Nice erler vardır ki ne bir ticaret, ne de bir alış veriş Allah’ı zikretmekten ve namazı kılmaktan kendilerini alıkoyamaz.”(Nur 37)

“Namazı kılıp bitirdikten sonra ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzere yatarken hep Allah’ı zikrediniz.”(Nisa 103)

“Muhakkak ki şeytan, içki ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.Artık siz sakınmaz mısınız” (Maide 91)

Son üç ayet-i kerime dikkatle incelendiğinde görülecektir ki namaz ve zikir birbirinden ayrı, müstakîl bir ibadettir. Ülkemizde bazı kimselerin ısrarla ifade ettiği gibi ‘zikirden murad namazdır, bunun dışında tarîkat ehlinin icra ettiği şekilde bir zikir yoktur’ sözleri mesnetsiz ve hilaf-ı hakikattır. Zira yukarıda geçen ilgili ayetler ve muteber hadis kitaplarındaki hadis-i şerifler dikkatle incelendiğinde görülecektir ki zikrullah başlı başına bir ibadettir. Ancak Kur’an-ı Kerim’in birçok ayet-i celilesinde zikir ibadeti, mutlak olarak gelmiştir. Mukayyed olarak gelmemiştir. Yani Cenab-ı Hak beş vakit namaza vakit tayin etmiş, Allah’ın Rasûlü de namazın kılınış şekilleri ile rekatlarını belirterek nasıl kılınacağının sınırlarını çizmiştir.

Ayrıca oruç, hacc, zekât gibi ibadetlerin her birinin şekil ve hudutları Ayet ve Hadislerle sınırlandırılmıştır. Ancak zikire gelince Allah Resulü’nden(sav) günün evvelinde, ortasında ve sonunda yapılması gereken bazı zikirler ve çok değerli dualar sâdır olmakla birlikte ne Kur’an-ı Kerim’de ne de hadis-i şeriflerde bunların dışında ‘Allah’ı(cc) değişik şekillerde zikredemezsiniz’ diye bir yasak ve sınırlama getirilmemiştir.

Dolayısıyla mezheb imamlarımızın dinin zahiri hükümlerinde içtihat ettikleri gibi her biri büyük bir ma’nevî müçtehid olan Tarîkat Pîrleri de ayet-i celilelerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve bâtın ma’nâlarından birçok ilahi hakikatleri istihrac(çıkararak), ederek, ayrıca kendilerine arız olan Rabbani ilhamlar ve ma’nevî keşifler neticesinde bizzat Ruhaniyet-i Rasûlullah Efendimiz’den(sav) mâna aleminde bir takım zikirler ve me’sur (tesirli) duaları ahz (almak) ve telakki ederek nefs-i emmârenin ıslahı ve kişilerin gönüllerini masivâdan arındırıp Allah’a (cc) vasıl olmaları noktasında yapmış oldukları içtihad-ı ma’nevîden, tarîkatlerin seyr u sülûk ve zikir usûlleri meydana gelmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de Allah’a(cc) iman eden müminlere çok zikir yapmaları emredilirken zikir hususunda gevşek davranan ve terk edenler hakkında tehdit edici ayetler mevcuttur:

“Kim Rahmân’ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytânı ona musallat ederiz. Şüphesiz bu şeytânlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar”(Zuhruf 36-37)

“Kim de Rabbinin zikrinden yüz çevirirse Allah onu şiddetli bir azaba sokar”(Cin 17)

Ayrıca cami ve mescitlerde Allah’ın zikrine engel olanlar hakkında şu ayet-i celile nazil olmuştur:

“Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın zikrini yasaklayandan ve onların harab olmasına çalışandan daha zalim kim olabilir” (Bakara 114)

Münafıklar hakkında ise;

“Münafıklar namaz için kalktıkları vakit tembellik ederler, gösteriş yaparlar ve Allah’ı çok az zikrederler.” (?)

Yukarıdaki bu ve benzeri ayetlere bakıldığı zaman zikrullahın ne kadar önemli ve Allah(cc) katında kıymetli bir ibadet olduğu anlaşılmaktadır. Rufailik’te icra edilen zikre geçmeden evvel zikrullah hakkında varit olan bazı hadisleride buraya yazmayı uygun gördük.

İmam Beyhaki Abdullah b. Mugaffel’den(ra) nakletmiştir: Rasûlullah(sav) buyurdu ki; “Allah’ı (cc) zikretmek için toplanmış hiçbir kavim yoktur ki semadan bir münâdi (melek) şöyle nida etmesin: Affedilmiş olarak kalkınız, kötülükleriniz iyiliklere çevrildi.”

Camiüssağir de İbni Ebiddünya, Hasan el-Basri’den mürsel bir rivayetle Allah Rasûlü(sav); “Arkadaşların en hayırlısı, sen Allah’ı zikrettiğin zaman sana yardım eden, unuttuğun zaman bu vazifeyi sana hatırlatandır.”buyurmuştur.

İmam Tebarani, İbni Adiy, İbni Sünni, Ebu Nuayım ve Beyhaki Hz.Ayşe’den(r.anha) rivayetle Rasûlullah(sav) buyurdu ki; “Yediğiniz yemekleri Allah’ı zikrederek ve namaz kılarak eritiniz, sakın yemek yer yemez yatmayın ki kalpleriniz katılaşmasın.”

Daha bir çok zikrullah ve zikir meclislerinin fazileti hakkında varid olmuş hadis-i şerifler vardır.Biz bu kadarı ile iktifa ederken daha geniş bilgi için Ankara “Ehl-i Beyt Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı” tarafından yayına hazırlanmakta olan İmam Abdurrahman Celalettin Suyuti Hazretlerinin Neticet’ul-Fikir fî cehrî biz-zikr, İ’maul-fikir fî cehri biz-zikr(Cehr-i zikrin hükümleri) isimli eseri ile yine aynı müellifin “İ’mâü’l-Fikir” isimli eseri, ayrıca “Hazzü’z-Zâkirîn” (Zikredenlerin Vecdi) isimli eserlerde çok geniş malümat bulabilirler.

Rufailik’te zikir, cehri ve hafi olarak zikrin her iki türüne de havidir.(içermektedir). Bu tarîkatın pîri olan büyük veli Seyyid Ahmed er-Rufai hazretleri müridleri için cemaat halinde iken cehri, tek başlarına iken hafi zikri emretmişlerdir. Gerçekten de zikir hafisi ve cehrisi ile insanın kalbini ihya eden büyük bir ilahi lütuftur. Ancak burada belirtmek isteriz ki; ülkemizdeki tasavvufi meşreblere mensub olan bazı kimselerin, taassub nedeniyle ‘hafi zikir cehri zikirden üstündür’ veya daha da ileri giderek ‘cehri zikir caiz değildir hatta haramdır’ dediklerini işitiyoruz.

Evvel emirde bu konuda birçok eser bulunmakla beraber biz burada sadece birkaç tanesinin ismini vermek istiyoruz. İmam Abdurrahman Celaleddin Suyutî hazretlerinin Neticet’ul-Fikir fî cehrî biz-zikr, İ’maul-fikir fî cehri biz-zikr isimli eserleri ayrıca Hindistan Hanefî ulemasından allâme İmam Abdulhay Leknevî hazretlerinin Subhatu’l-fikr fî cehri biz-zikr isimli eseri Keşfu’l-Ğınau’l-mestûl fî hükmü semâi makbûl isimli eser olmak üzere bu konuda yazılmış yüzlerce eser taraf-ı âcizânemizden tetkik olunmuştur.

Burada biz ‘cehri zikir mi üstündür yoksa hafi zikir mi üstündür?’, bu hususun tartışmasına girecek değiliz. Bu tartışmayı yapanların da işin ehli olduğuna inanmıyoruz. Bu konudaki akidemiz fıtratına cehri zikir uygun düşen kişinin, cehri zikir ile uğraşması daha uygundur, fıtratına hafi zikir uygun düşen kişinin hafi zikir ile uğraşması daha uygun olup, kemal sahibi mürebbîler tarafından yani mütehassıs bir tabib hassasiyetinde kendisine intisaba gelen kişinin fıtratını bilip ona göre bu zikir usûlü tayin edilmektedir.

Biz burada mevzûyu uzatmadan İmam Suyutî hazretlerinin eserinden sadece iki örnek vermek istiyoruz:

İmam Beyhakî’nin Zeyd b. Eslem(ra)’dan Selem b. Evkâ(ra) der ki;

Rasûlullah(sav) ile birlikte bir gece mescidde yüksek sesle zikir yapan bir adamın yanına uğradık. Dedim ki: “Yâ Rasûlallah! Bu riyakar mı?”. Buyurdu ki: “Hayır. Lakin o evvahtır.(çok ağlayan ma’nâsında Hz.İbrahim(as)’ın sıfatıdır)

İmam Beyhakî, Ukbe b. Âmir(ra)’dan “Rasûlullah(sav) kendisine Zulbicâdeyn denilen zat hakkında “o evvahtır” buyurdu. Bu zat önceki gibi sesli zikrederdi.

Yine İmam Beyhakî Câbir(ra)’dan rivayet ettiği diğer bir hadiste;

“Bir adam yüksek sesle zikrediyordu. Birisi dedi ki ‘şu adam sesini kıssa ya!’. Rasûlullah(sav) bunun üzerine buyurdular ki; “Onu bırakın zira o evvahtır”.

Hadisteki ‘evvâhûn’ sözü ‘vehhâbûn’ vezninde Allah’tan(cc) çok korkan huşû sahibi kimselere verilen isimdir. Bu yüce haslet ise ancak Peygamberlerde bulunan, beğenilen ve övülen bir haldir. Zira Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de İbrahim aleyhisselam’ı anlatırken:“Gerçekten İbrahim(as) Halîm(yumuşak huylu) ve evvah(bağrı yanık) biri idi” diye buyurmuştur. Câbir(ra)’ın ‘yüksek sesle’ zikrediyordu sözü cehri zikrin haram olmadığına delalet etmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, “Zikrin hayırlısı gizli olanıdır” hadis-i şerifi örnek gösterilerek cehri zikir reddedilmek istenilmektedir. İmam Nevevî; Kur’an-ı Kerîm okunması hakkında; “riyadan korkulan yerde, namaz kılanlara eza verecekse veya uyuyanları rahatsız edecekse gizli okuma efdaldir, bunun dışındaki durumlarda cehri olanı fazilettir. Bu amelin faydaları dinleyenlerin çokluğu ile artar. Şüphesiz bu, okuyanın kalbini uyandırır düşüncesinde himmetini toplamasına vesile olur. Uykuyu defeder, gayreti artırır” buyurmuşlardır. Zikir hakkındaki tafsilat ta böyledir.

Eğer denirse ki: “Allah u Teala buyuruyor ki: “İçinden yalvararak ve korkarak aşikare olmayan bir sesle Allah’ı zikret.” (Âraf-205), derim ki bu ayet hakkında üç yönden cevap vereceğim. Birincisi; şüphesiz bu ayet İsrâ Sûresi 110. ayeti gibi Mekke döneminde nail olmuştur. Allah u Teala İsrâ Sûresi 110. ayetinde; “Namazında sesini pek yükseltme, çok ta alçaltma”buyuruyor. Rasûlullah’a(sav) bu ayet nazil olduğunda Kur’an’ı cehri okuyor, müşrikler işitip Kur’an’a sövüyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Ve sedd-i zerâyi (yani kötülüğe mani olmak) olarak terk edildi. Tıpkı putlara sövülmesinin nehy edilmesi gibi. Nitekim Allah-u Teala’nın kavlinde “müşriklerin Allah’tan başka taptıkları şeylere sövmeyin ki onlar da cahillikte ileri gidip Allah’a sövmesinler.” (En’am-108) buyuruyor. İbn-i Kesir’in tefsir ettiği gibi bu ma’nâ zail oldu.

İkincisi; müfessirlerden bir grup, onlardan Abdurrahman b. Eslem(ra) ki İmam Malik’in şeyhidir ve İbn-i Cerir Taberi yukarıdaki işaret ettiğimiz Âraf Sûresi’nin 105. ayetinin Kur’an okumak olduğuna kâni olmuşlar, okunan Kur’an’dan ibret alınmasına hamletmişlerdir. Bu sıfat üzere Kur’an’a tazim olarak içinden anmasını, alçak sesle kıraata devam etmesini emretmiş ve şu sözü ile bunu takviye etmiştir: “Kur’an okunduğunda dinleyin ve susun” (Âraf, 204) derim ki; şüphesiz bu, Kur’an’ı huşu ile dinlemek için emredilmiştir. Lisan ile susması ancak, kalbi ile zikre devam etmesi istenmiştir. Ta ki gafillerden olmayasın. Nitekim ayet şöyle bitmektedir: “Gafillerden olma”.

Üçüncüsü; Ehl-i Tasavvuf’un dediği gibi bu ayet yani Âraf Sûresi 205. ayeti kamil ve mükemmil olan Peygamber Efendimiz’e(sav) hastır. Ondan başkaları vesveseler fena düşüncelere maruzdur. Bunların defi için cehri zikrin şiddetli tesiri ile emrolunmuşlardır. Derim ki bu kavli Bezzâr’ın Muaz b. Cebel(ra)’dan tahric (çıkardığı) ettiği hadisler destekler. Rasûlullah(sav) buyurdu ki: “Kim gece namazı kılarsa cehri okusun. Şüphesiz melekler onunla namaz kılarlar ve kıraatını işitirler. Şüphesiz havada bana iman eden cinlerden komşuları vardır. Ve evinde onunla namaz kılarlar ve kıraatini işitirler ve o cehri kıraati ile o evinden fasık cinleri ve şeytanları kovar”.

Eğer dersen ki: “Lakin Allah u Teala: “Rabbinize yalvararak gizlice dua edin. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”(Âraf, 55) buyuruyor. Buradaki haddi aşmayı duayı cehri olarak yapmak olarak tefsir etmişlerdir.” Derim ki; buna iki yönden cevap vereceğim.

Birincisi; bunun tercih edilen tefsiri emrolunan şeyde haddi aşmak, veya şer’i asıl olmayan (yani şeriatta aslı olmayan) bir dua ihdas etmektir. Bunu İbn-i Mace ve Hakim’in sahih kaydıyla Müstedrek’te Ebû Niame’den rivayet ettikleri şu hadis destekler: “Abdullah b. Muğaffel(ra) oğlunun: ‘Allah’ım senden cennetin sağında beyaz bir köşk istiyorum.’ Dediğini duyunca; ‘Peygamber(sav)’in şöyle dediğini işittim: “Bu ümmette duada haddi aşanlar olacaktır.” İşte bu sahabenin tefsiridir. Bunda muradı en iyi bilen onlardır.

İkincisi; bu ayet dua hakkında olup, zikir hakkında değildir. Ve duanın sessiz olmasının fazileti icabete daha yakın olması bakımından kendine hastır. Nitekim Allah u Teala; “Hani rabbine gizlice seslenmişti.” (Meryem,3) buyuruyor. Burada namazda istiazenin(sığınma) gizli yapılması müstahab olması ve bunun dua hakkında olduğu ittifak ile kabul edilmiştir. Eğer dersen ki; “Fakat İbn-u Mes’ud(ra)’tan mescitte yüksek sesle zikir eden bir topluluğa “Sizi ancak bid’atçılar olarak görüyorum” dediği ve onları mescitten çıkardığı rivayet edilmiştir.”

Derim ki; İbn-i Mes’ud(ra)’den gelen bu haberin sened beyanına ihtiyaç vardır. Hadis hafızı imamlardan hangisi bunu kitabında zikretmiştir? Eğer sabit olduğu kabul edilse bile takdim ettiğimiz birçok sahih hadise muarızdır (bu hadisler İmam Suyutî hazretlerinin ilgili kitabında mevcuttur) ve çelişki durumunda onlar buna tercih edilir. Sonra İbn-i Mes’ud(ra)’ın onları zikir ettikleri için inkar ettiği söylenemez. İmam Ahmed b. Hanbel, Kitab-ı Zühd’de Hüseyin b. Muhammed-Mes’udî-Âmir b. Şakîk-Ebû Vail senedi ile “Abdullah ibn-i Mes’ud’a bu konuda iftira ediyorlar. Eğer zikrullahtan men etseydi onların yanına zikretmek için oturmazdı” demiştir. Yine Ahmed b. Hanbel hazretleri Kitabü’z-Zühd’de Sabit el-Bünânî(ra)’ten “Eğer zikir ehli zikrullah için dağlar kadar günahla otursalar, kalktıklarında(yani zikirin sonunda kalktıklarında) o günahlardan bunların üzerinde bir şey kalmaz”hadisi şerifini nakletmiştir.”

İmam Suyutî hazretlerinin eserinden yapmış olduğumuz iktibası burada bitiriyoruz.[9]

RUFAİLİK’TE ZİKİR USÛLU

Halka halinde toplanıp, cehri bir şekilde Allah’ı zikretmek, Rufai Tarîkatı’nın temel esaslarındandır. Zikir halkasını Rasûlullah(sav) Efendimiz’e salât ü selam ile başlatmak diğer Peygamber Efendilerimiz’e fatihalar okumak, Ashab-ı Kiram Efendilerimiz’i yad etmek bu tarikatın esaslarındandır. Zikrin oturarak ve ayakta yapılması diğer bir esastır. Zikir esnasında def vurulması, okuyucuların Rasûlullah(sav) Efendimiz’e medhiyeler okuması, ilahiler okuması bu yüce tarîkatte gerekli görülmüş ve ruha verdiği incelikten dolayı lüzumlu addedilmiştir. Zikir halâkasının bitiminde bütün Müslümanlara, devlete, ordumuza, bayrağımıza dua etmek , silsile-i sâdât efendilerimize fatihalar okumak bu tarîkatın esaslarındandır.[10]

Rufai Tarîkatı’nda halka zikrinin yapılışı ise bazı dergahlarda ihya gecesi olarak bilinen Cuma akşamı yani perşembeyi cumaya bağlayan gecede, Balkanlarda ve Ortadoğu, Arab asıllı ülkelerin hafta tatilleri Cuma günü olması itibarı ile Cuma namazını müteakip zikrullah yapılır. Rufai dervişleri dergahta toplanıp şeyh efendinin tevhidhane, semahane, meydan-ı şerif veya bazı arab ülkelerinde zaviye denilen dergâhın zikir yapılan kısmında şeyh efendinin teşrifini beklerler. Şeyh efendi tevhidhaneye girdiğinde doğruca mihraba varıp bir fatiha çeker, dervişan hep birlikte cehri olarak salat ü selam okur buna ıstılâhat-ı sufiyede ‘karşılama’ denir. Fatihaları dervişler gizlice içerilerinden okurlar.

Daha sonra halka şeklinde oturulur. Kur’ân-ı Kerîm okunur. Dualar yapılır. Nasûh tövbesi yaptıktan sonra râbıta yapılır. Böylece ‘euzu besmele’ ile birlikte ‘Salat-ı Kemâliye’ denilen salavat-ı şerife özel bir makamla gulguleli bir şekilde okunur. Salat-ı kemaliyeyi müteakib Evrâd-ı Rufaiyye (Rufai Evradı) kendine has makamı ile okunur. Evrad-ı Şerife’nin bitiminde Besmele-i Şerif’ten başlayarak bazı esmalar oturarak özel makamlarında okunur daha sonra kelime-i tevhide başlanacağı zaman kıyam zikri için ayağa kalkılır. Kıyamda ise şu esmalar zikredilir; ‘kelimei tevhid, illellah, Allah (bazı Rufai dergâhlarında Lafzatullah en sona bırakılır.) Hay hay hay Allah, hu hu hu Allah, hayyul kayyum kayyum Allah (Yine bazı Rufai dergâhlarında bu esma, ( hayyul kayyum Ya Allah şeklinde okunmaktadır.)’ Bu şekilde devam eden Rufai Zikri’nde, zamanın genişliği veya darlığına göre esma sayısı artırılabilir veya azaltılabilir. Aynı zamanda zikr eden dervişlerin vecd ve şevkini artırmak için zikir esmalarının makamına uygun kaside gazel, ilahiler ve salât u selâmlar okunur. Zikir bitince tekrar Kur’ân okunur. Dualar edilerek tekbirlerle nihâyete erdirilir.

Esmalara ara verilip diğer esmalara geçmeden önce okunan ilahi, iltica ve gazellere durak adı verilir. Bu duraklar tek bir kişi tarafından okunduğu gibi tüm dervişlerin katılımı ile de okunması mümkündür. Bu şekilde okunuşa “cumhur” denir.

Ayrıca Rufai Dergâhları’nda ilahi okuyan şahıslara Zakir, toplu halde ilahi, gazel, kaside okuyan kimselerin hepsine birden Zakirân, o topluluğu idare eden şahsa Zakir Başı veya Farsça ve arabca bir terkib olan ser zâkirdenir. Günümüz Türkiyesi’nde bazı yörelerde bir usûl hatası olarak zikir yaptırmakla görevli olan kimselere Zâkir denmektedir. Her ne kadar bu kelimenin sözlük anlamı zikreden kimse olsa da, Hz.Pîr Seyyid Ahmed er Rufai’den beri ilahi söyleyenlere zâkir denegelmiştir. Rufai Dergâhlarında zikir yaptırmakla görevli olanlarsa aşağıdan yukarıya doğru “çavuş, nakib,nükeba, nakib-ün-nükeba, halife ve şeyh diye isimlendirilmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Seyyid Ahmed er-Rufai Hazretleri’nin torunu olan İzzeddin Ahmed Sayyadi(ks)’nin “el-Vezâifü’l-Ahmediyye” isimli eseri ile son dönemin büyük Rufai Şeyhi ve aynı zamanda Osmanlı Padişahlarından II.Abdulhamid Han’ın da şeyhi olan Ebu’l-Hüda es-Sayyâdî er- Rufai’nin(ks) “Kılâdetü’l-Cevâhir” isimli eserlerine bakmaları yeterli olacaktır.

Her Tarîkatta olduğu gibi Rufai Tarîkatı’nda kişiye özel zikir telkini ve vird adı verilen ders talimi vardır ki bu tamamen şeyh ile mürid arasında Tarîkata ait bir sır olduğundan burada bundan sarf-ı nazar ettik. Bu konu mürşid-i kâmillerin sahası olduğu için, böylece bu konuyu ma’nâ mimarı, gönüllerin tabibi olan o zatı muhteremlere bıraktık.

Hayat-ı câvidanı Mürşid-i Kâmil’den suâl ettim

Ölmeden evvel ölmektir deyince intikâl ettim.

TARÎKAT’IN GÂYESİ VE YAPTIĞI HİZMETLER

Allâh(cc) tarafından vazedilen, Peygamber Efendimiz(sav) aracılığı ile bize gelen dini hükümleri dil ile söyleyip kalp ile tasdik etmek îmândır. Îmân sahibi olan kişiye mümin denir. ‘Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’(iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak)e uygun hareket etmeye amel denir. Emri tutmak ve yasaktan kaçmak İslam’dır. İslam’ı fikriyâtı ile kabul edip, fiili olarak yaşayana Müslüman denir.

İnsan; rûh ve beden olmak üzere iki unsurdan yaratılmıştır. Allâh’ın cemâl ve celâl sıfatlarının birlikte tecellî ettiği “zübde-i âlem” bir varlıktır. Tam bu noktada Şeyh Gâlip:

“Hoşça bak zâtına, kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen[11]

diyerek konuyu güzel bir şekilde ifade etmiştir.

Tarîkatlerin gayesi insanın iç aleminde yer alan ve ıslâh ve tezkiye edilmediği zaman kişiyi hem Allah’a karşı isyankâr hem de içinde yaşadığı topluma karşı sorumlu olduğu beşeri görevlerini ihmal neticesinde zararlı bir insan tipi haline getiren nefs-i emmarenin özel bir metod ile (seyr ü sülûk usûlu) ıslah edilmesidir. Bunun neticesinde kişi ferdi planda Allah’a karşı ihlas sahibi bir kul olurken içinde yaşadığı topluma, devletine milletine karşı sorumlu olduğu vazifelerini yerine getiren faydalı bir fert olur.

Rufailik’te ve cehri zikri esas alan tüm tarîkatlarda insanın enfüsî (subjektif) aleminde bulunan nefis yedi merhaleye ayrılmıştır. Tasavvuf ıstılâhında buna Etvar-ı Seb’â denir.Sırası ile;

1-Nefs-i Emmâre,

2-Nefs-i Levvâme,

3-Nefs-i Mülhime,

4-Nefs-i Mutmainne,

5-Nefs-i Radiyye,

6-Nefs-i Merdıyye,

7-Nefs-i Safiye (Nefs-i Kâmile)

şeklinde isimlendirmişlerdir[12].

Kişi, “Nefs-i Emmâre”de iken kendisini yaratan Allâh’a ve onun emri olan İslâm dinine karşı isyân ve inkârda inat ediyor demektir. Nefs-i Emmâre, münker ve günâh olan şeyleri işlemeye teşvik ve emreden nefistir. Allâh’ın ibâdet için emrettiği ve câmilerden semâya yükselen ezân sesi, günâhkâr kişinin kulağına etki etmiyor ve günâhları için caydırıcı etkisi olmuyorsa, o şahsın hâlet-i rûhiyesi Nefs-i Emmârede’dir. Kur’ân’daki:

{اِنَّ الـنَّفْسَ َلاَ مَّارَةٌ بِاالسُّوۤءِ}

“İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sûi”

“Çünkü nefis kötülüğü şiddetle emreder” [13] âyet-i kerîmesi nefsin bu makamına işâret eder.

“Nefs-i Levvâme”de kişi günâhı hem işler hem de pişmanlık duyar. Tövbeye temayül gösterir. Örneğin; seher vakti yatağında yatan kişi, ezân sesini duyduğu halde sıcak yatağından kalkıp abdest alıp namaz kılmaz, bununla beraber vicdânen büyük bir rahatsızlık duyabilir. Adını Kur’ân’daki { وَ لاٰ اُقْسَمُبِالـنَّفْسِ الـلَّـــوَّامَةِ }

“Velâ uksimu bi’n-nefsi’l-levvâmeh” “Levvâme “pişmânkar” olan nefse kasem ederim ki”[14] âyetinden almaktadır.

“Nefs-i Mülhime”de kişi günâhlardan uzak durmakla beraber geçmişte işlemiş olduğu birtakım günahlara da meyli kalmıştır. İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan, hayır ve şerri idrâk edebilen, şehvetin isteklerine direnen “nefis”tir. Örneğin; yatağında yatan kişi, ezân sesini duyduğu anda icâbet ederek ibâdetini yapar. Yâni günâh işlemediği gibi pişmanlık da duymaz.

Adını, Kur’ân’ın “Fe elhemehâ fücûrehâ ve takvâhâ”[15] “Andolsun nefse ve ona bir takım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene” âyetinden almıştır.

“Nefs-i Mutmainne”de kişi şeksiz şüphesiz ve ibâdetlerden haz duyup kalben tatmin olmuştur. Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhâl olmuştur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulup “Nûr-u Muhammedî” zuhûr ettiğinden dolayı nefis, “hitâb-ı ilâhî”ye mazhar olmuştur. Örneğin; bu nefis mertebesindeki kişi, yüce emre icabet ettiği gibi büyük bir hazla ibâdetine devam eder. Onun için tek sevgili Allâh’tır. Baktığı her şeyde onu görür. Bunu sadece diliyle söylemekle kalmaz, tüm organlarını onun için seferber eder. Adını, “Yâ eyyühe’n-nefsü’l-mutmainneh…”[16] “Ey itmi’nâna ermiş itaatkâr nefis…!” âyetinden almıştır.

“Nefs-i Râdiye”: Gerek hayır gerek şer türünden, kendisi ve başkaları hakkında tecellî eden kazâ hükümlerine tereddütsüz teslim olup rıza gösteren nefsin makamıdır. Kur’ân’daki “İrci‘î ilâ rabbiki râdiyeten…”[17]“Sen ondan râzı olarak Rabbine dön” âyeti, bu makama işâret sayılmaktadır.

“Nefs-i Merdiyye”: Allâh ile kul arasında rızânın müşterek vasıf olduğu, kulun Allâh’tan, Allâh’ın kuldan râzı olduğu makamdır. “İrci‘î ilâ rabbiki râdiyeten merdiyyeh” “Sen ondan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön” âyeti bunu göstermektedir.

“Nefs-i Kâmile veyâ Sâfiye”: Bu makamda sâlik, bütün marifet sıfatlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam, vehbîdir.

İşte “Tarîkat”ın gâyesi, insanı benliğinden (Nefs-i Emmâre) den kurtarıp sevilen “Nefs-i Mutmainne”ye ulaştırmak hatta daha ileriye götürmektir. Kişi, Tarîkat’ta talim edilen usûller dairesince çalışarak dördüncü basamağa yükselince, bütün kötü huy ve alışkanlıklarını bırakır. Böylece başta sadece dil ile ikrâr eden nefis, kalp ile de tasdîk edince, sûrette (şekilde) kalan îmân, sîreten de(özü itibariyle) tamam olur. O halde Tarîkat, îmânın taklitten tahkike (yâni hakikate) yükselmesine sebep olur. Kişide îmân hakikat olunca, ibâdetler de riyâdan, gösterişten arınarak ihlâsa (sadece Allâh için olmaya) dönüşür.

TARÎKAT’IN İSLÂM DİNİ’NDEKİ YERİ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Câsiye sûresi 18. âyette “Sonra ey resûlüm, seni din konusunda bir şeriat (bir yol) sahibi kıldık” diye buyurmuşlardır. Tarîkat, şeriat içerisinde takvâ bir yaşantı şekli olup farzları, vacipleri, sünnetleri ve nafilelerden meydana gelen ilahi emirleri Allah Resulünün öğrettiği şekilde gönül ikliminde aşk makamında yaşamaktır. Ehl-i tarîkatın arasında meşhur, kelamı kibar sözlerden bir tanesi de; “Şeriat Rasûlullah(sav) sözleri, Tarîkat, fiilleri ve hakikat ise halleri olarak isimlendirilmiştir ” buyurmaktadır.

Câsiye sûresi 18. âyet-i kerîmenin devamında “Onun için sen o “şer-i şerîf”e uy da, ilmi olmayanların arzu ve isteklerine tâbî olma” şeklinde buyurulmaktadır. Şer-i şerîf, üç temel esastan oluşur:

  1. İlim (Bilmek):Kesbî ilim, İlim, başta Peygamber Efendimiz(sav) olmak üzere âlimlerden veyâ kitaplardan öğrenilerek elde edilir. İnsan, önce şer‘î bilgilere muhtaçtır. Bu ilimle; sıfatlar âleminde Hak Te‘âlâ’nın zâtına ait bilgiler tahsil edilir. Bundan sonra bâtın ilmine sıra gelir. Bu ilimle de marifet âleminde Hakk’a irfânın tam kendisi elde edilir[18].

İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle buyuruyor: “İlim, nehirdir. Hikmet, denizdir. Âlimler nehirleri tavaf eder; hikmet sahipleri ise denizlere dalarlar”[19]. Bu tanımlamaya göre, hikmet sahiplerinin ilmi, ilim sahiplerinden daha çok ve daha derindir. En genel anlamıyla hikmet; bütün güzel ilimlerle, “amel-i sâlih”in adıdır[20].

Vehbî (ledünnî) ilim. Kâsımî’ye göre ilm-i ledünnîde Allâh ile kul arasında vâsıta yoktur. O, gayb lambasından saf, pâk ve latîf olarak, kalbe akan bir ışık, bir nûr biçimindedir. İlm-i ledün, nübüvvet ve velâyet sahipleri için söz konusudur. Nitekim sûfî anlayışa göre, Cenâb-ı Hak, bir kula hayır murâd ettiği zaman, o kişinin nefsi ile levh-i mahfuz arasındaki perdeyi, örtüyü kaldırır; o kişiye bazı gizli sırlar zâhir olur[21]. İlm-i ledün, fikrî gayret ile elde edilmeyip Cenâb-ı Hak’dan bir “mevhibe-i ilâhî”dir[22]. Kesbî ilim, çırağın ustadan, öğrencinin öğretmenden öğrendiği ilimdir. Vehbî ilim ise, Allâh tarafından sahiplerine ilhâm edilen ilimdir.

Mevlânâ Hazretleri(ks), kalbe aksetmeyen ilmin, sahibine yük olduğunu belirtir. O, ilahi olmayan, Allâh tarafından verilmeyen ilimlerin zamanla eriyip gittiğini, âhirette faydası olmayan ilmin de yetersiz olduğunu belirtir. Hz.Ali’nin(kv) de dediği gibi, kişinin kıymeti himmetine göredir. Himmetleri, gayretleri, arzuları yalnız dünyâ hayâtı olanlar ona ulaşırlar. Fakat âhirette onların hiçbir nasibi yoktur[23].

  1. Amel:İnandığımızı ve öğrendiklerimizi tatbikten ibarettir.
  2. İhlâs:Amelleri riyâdan arındırmak.

İhlâs, okumakla elde edilemediği gibi rûh erdemleşmeden uygulamak mümkün değildir. Rûhun erdemleşmesi, ancak ve ancak Tarîkat ocağı ile mümkündür. İhlâssız amel ve ilim yalnız başına hiçbir şey ifade etmemektedir. Kısacası Tarîkat; İslâm’ın en önemli cüzü olan ihlâs’ı tahsîl için kurulmuş bir irfân ocağıdır.

TARÎKAT’IN FERDE VE TOPLUMA ETKİSİ

Kişi, Tarîkat mektebinde şahsî kaprislerden arınır. Tevâzu sahibi olur. Bütün kötü huylar ondan uzaklaşır. İyi ve beğenilen huylar benliğini kaplar. Yaratılan her varlığı yaratandan dolayı sever. Ahlâk düsturunun en üst düzeyine ulaşır.

Fert, bu şekilde kemâle erişince fertlerin oluşturduğu toplum da haliyle değişir. Dervîşleri bol olan bir toplumda yalan söylemek ve duymak mümkün olmaz. İftirâ kalkar, nâmûs düşmanlığı yok olur. Ticârî ahlâk gelişir, aldatmak ve aldanmak mümkün olmadığı gibi hayır-hasenât için yardımlar çoğalır. Haksız yere cana kıymak, can acıtmak gibi topluma zarar veren kötülükler yok olmuş olur.

Kısacası dervîşi bol olan toplumda anahtara, demir kapıya, demir çerçeveye, demir kasaya değil, insana güven başlar.

TARÎKAT MENSUBU KİME DERLER?

NASIL MENSÛB OLUNUR? MECBÛRİYET VAR MIDIR?

Tarîkat mensûblarının yetişme yerine dergâh, tekke veyâ zâviye ismi verilir. Nefsini terbiye ederek, rûhunu olgunlaştırmak isteyen kişi niyetinde samîmi ise dergâhta bulunan görevliye müracaat ederek Tarîkat’a girmeyi arzu ettiğini bildirir. Görevli zat o kişiye istihâre[24] ye yatmasını tavsiye eder. Kişi görmüş olduğu rüyâsını intisab etmek istediği şeyhe anlatır. Uygun görüldüğü takdirde Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs ışığında ders tarif edilir. Kişi böylece Tarîkat Mensubu olmuş olur. Fakat herkesin aynı mürşide bağlanma zorunluluğu yoktur. Alemi ervahta takdir edilen bir kısmet meselesidir. Çünkü her kişinin irşadı aynı Mürşid’te olmayabilir.

Tarîkat Mensubu olmak zorla değildir. Mecbûriyet yoktur. Her isteyen kişinin kendisi müracaat eder ve girer.

TARÎKAT MENSÛBLARININ YAPTIĞI İŞLER NELERDİR?

Tarîkat mensûbları, Tarîkat’ın ihtiva ettiği şeyleri yaparlar. Bunlar aslında her Müslüman’ın yapması gerekli olan şeylerdir. Meselâ zikir yapmak gibi…

Allâh insanları rûhlar âleminde yaratınca, “Elestü bi rabbiküm” “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabı ile sordu. Rûhlar ise “Kâlû belâ” “Evet sen bizim Rabbimizsin”[25] dediler. Rûhlar beden kafesi içerisine girip dünyâ sahnesine geldiklerinde ise Allâh’a rûhlar âleminde verdikleri sözü unutmaya başladılar. Bu nedenle Allâh, Bakara sûresinde şöyle buyurdu: “Fezkurûnî ezkürküm veşkurûlî ve lâ tekfurûn” “Öyleyse beni (ibâdetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana karşı nankörlük etmeyin”[26].

Rûhun gıdası, okumak, mütâlaa etmek ve zikretmektir. Çünkü âyette de belirtildiği gibi “Kalpler, ancak Allâh’ı zikretmekle itminâna kavuşur”[27].

Zikir; cehrî ve hafî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hafî olan zikir ilk defa Sevr mağarasında Peygamber(sav) Efendimiz tarafından Hz.Ebûbekr-i Sıddîk’a tarif edilmiştir. Efendimiz Hazretleri:

—Dilini damağına, bedenini kalbine topla gizli olarak “lâ ilâhe illellâh”ism-i şerîfini zikreyle diye buyurmuştur.

Cehrî zikri, Efendimiz Hazretleri(sav) bizzat Hz.Ali’yi(kv) karşısına alarak şu şekilde telkin etmiştir:

—“Ben üç kez “lâ ilâhe illellâh” ism-i şerîfini zikredeyim, sen dinle. Üç kez sen zikreyle ben dinleyeyim” buyurmuşlardır. İtikat ve amel esasları Kur’an ve Sünnet’e uygun olan her tasavvufi meşrep asıl itibarı ile sahih ve haktır.

Eğer Tarîkat ismi altında bir takım yanlışlıklar yapılıyorsa, bu yanlış bizzat Tarîkat müessesesinin suçu değil Tarîkat ismini haksız yere kullanan ve bu işin ehli olmayan istismarcıların suçudur

TARÎKAT’IN ZARARLARI OLABİLİR Mİ?

Başından bu yana anlattığımız Tarîkat, sahih olan Tarîkattır. Böyle bir Tarîkat da insanlığın iftihâr ettiği irfân mektebidir. İsim, nâm ve ma’nevî şöhretlerini kuşaktan kuşağa duyduğumuz Seyyid Ahmet er-Rufâî(ra), Seyyid Abdulkadir-i Geylânî(ra), Şâh-ı Nakş-ı Bend(ra), Mevlana Celaledin-i Rumî(ra), İmâm-ı Rabbânî(ra), Muhyiddîn-i Arabî(ra), Hacı Bayramı Veli(ra), Yunus Emre(ra) vb. büyük zatlar, bu yollarla gelmişlerdir. Bu gibi zatlar ve gittikleri yollar, değil insanlığa zarar vermek aksine insanlığa birçok ma’nevî değer kazandırmışlardır. Yaşadığı topraklarda Milli Birlik ve Beraberliği esas almışlar. Çünkü bu hâl Tasavvuf ruhunun tabi bir neticesidir. Kendileri böyle olunca onları yetiştiren irfân mekteplerine ne denilebilir.

TARÎKAT BÜYÜKLERİNDEN BAZILARININ SÖZLERİ

Tarîkat büyüklerine mutasavvıf denir. Bu büyük zatlar, insanları doğruya çekmek için zâhirî ve bâtınî ilimlerden ilhâm alarak veciz sözler söylemişlerdir. Tarîkat büyükleri, sekir hallerinde bazı sözler söylemişlerdir. Bunlar ilk bakışta yanlış gibi görünseler de incelendikleri zaman yanlış anlaşıldıkları görülmüştür. Örneğin; Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l-Haku çağru ben dâra gireyin Mevlâ” “Ben hakkım…”, Beyâzıd-ı Bistamî’nin “Sübhânî” “kendimi tenzîh ederim” demesi gibi… Şurası unutulmamalıdır ki bu makamlara ulaşamayanların böyle sözleri taklit etmeleri doğru değildir. Bazı büyük zatlar bunları her ne kadar tenkit etmişlerse[28]de bizler saygı ile okuyup geçmeliyiz. Haddi aşarak saygısızlık etmemeliyiz. Zira bu lafları söyleyen zatlar, “akl-ı cüz’î”nin zirvesinde “kemâlât-ı ilâhiye” sarhoşluğunda söylemişlerdir.

Unutulmamalıdır ki; “Âlimlere derece vermek cahillerin sıfatındandır”[29] “Ne senden kimse incinsin, ne de sen kimseden incin”,“Kendisi için sevdiğini, mümin kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz” gibi hadîs-i şerîfler, Tarîkat mekteplerinin yetiştirdiği üstün ahlâk sahiplerinin irşâd parolalarıdır.

TARÎKAT VE TASAVVUF

Tarîkat ehli ve tasavvuf ehli, hemen hemen aynı şeyler demektir. Tarîkat biraz daha umûmîdir. Tasavvuf, mirâçta Allâh’a yaklaşmaktan doğan tefekkürden hâsıl olan daha husûsî bir haldir. Tasavvuf ehline, mutasavvıf denir. Mutasavvıf olan mütefekkir ile filozof veyâ felsefeciyi karıştırmamak lâzımdır. Filozof veyâ felsefeci, etrafında cerayan eden tüm meseleleri “yalın bir akıl” ile anlayıp izah etmeye çalıştıklarından çoğukez hataya düşmüş hatta inkâra saptıkları da olmuştur. Çünkü felsefecilerin yolu tamamen şüphe üzerine tesis edildiğinden bu yolun neticesinde kendileri şüpheden şüpheye düşerek mutlak hakikatten fersah fersah uzaklaşmışlardır. Mutasavvıflar ise Kur’an ve Sünnet çerçevesinde idame ettirilen akide ve amel ile birlikte bu ölçüler doğrusunda yapılan istikametli bir seyri sülûk sonucunda “yakîn” bilgisine ulaşmışlardır. Dolayısı ile yaratılandan Yaratan’a doğru varlık bilgisini kavramışlar ve mutlak hakikate erişmişlerdir. Bu mutlak hakikat ise,“Biz insanları ve cinleri ancak bize ibadet etsinler diye yarattık”(Zariyat 56) ayet-i celilesinin ifade ettiği ma’nâdır.

TARÎKAT İLE ALÂKASI OLMADIĞI HALDE

TARÎKAT ADI ALTINDA YAPILAN YANLIŞLIKLAR

Şimdiye kadar îzâh etmeye çalıştığımız Tarîkat, gerçek bir Tarîkattır. Bu ölçüler dışında kalan hiçbir Tarîkat, mensûbları onlara Tarîkat deseler bile gerçek değildir. Tarîkat mektebinde edep ve tevazu varken, dünyâyı gönülden sevmek, Âl-i İmrân sûresindeki daha önce bahsi geçen yedi alâka, Tarîkatı istismâr edenlerde bulunur. Çünkü mü’min ile münâfık, gece ile gündüz, ateş ile su bir arada olmaz. Bir bedende akıl ve his olmak üzere iki güç hüküm sürer. Beden ya aklın ya da hislerin emrindedir. İkisinin bir arada olması mümkün değildir.

Günümüzde kişilerin Tarîkat hakkındaki bilgisizliğinden istifâde edenler çokça bulunabilir. Fakat bütün bu menfî haller, hak olduğu kesin olan Tarîkata gölge düşüremezler. Hakikat güneş gibi meydandadır. Güneş de balçıkla sıvanamaz. Tarîkatta ayrımcılık söz konusu değildir. Ne var ki teşbih yapacak olursak aynı Tarîkatın mensûbları kardeş, diğerleri amcaoğlu mesabesindedir.

Câhil dervîşlik ve şeriatsız Tarîkat söz konusu değildir. Pîrimiz Seyyid Ahmed er-Rufâî (ra) bu konuda: “Şeriatsız Tarîkat şeytan işidir. Şeriatını bilmeyen Tarîkat mensubu şeytanın maskarasıdır” buyurmuşlardır.

TARÎKAT HAKKINDA BAŞKA BİLGİLER

Yukarıda da açıklandığı gibi râbıta, Arapça, bağlayan demektir. Tasavvuf dilinde ise, mürîdin mürşidini severek, yâd etmesi ve onun sûretini kendi zihninde canlandırmasıdır.

  1. Tefekkür-i mevt,
  2. Râbıtatü’l-mürşid,

Tefekkür-i mevt: Dervîşin bu dünyâda iken mutlak ölümden önce ölmesidir. Ölüm öylesine büyük bir sırdır ki kişi canını gerçek sahibine teslim ettikten sonra yanında götüreceği tek şey amelidir. Dünyâda iken peşinden koştuğu tüm şeyler artık onu terk etmiştir. Kişi öyle bir varlığın tâlibi olmalı ki ölümden sonra da beraber olabilsin. Terke uğramayacak varlık olmalıdır. Dervîş ölmeden önce ölürse, gerçek dosta âşık olur. Dünyânın gerçekten fânî olduğuna inanır.

Râbıta-i mürşid: Önceki konumuzda da bahsettiğimiz gibi Cenâb-ı Hak’tan bize gelecek olan sevgi mürşid kanalı ile gelir. Onun içindir ki dervîş halk ile Hak arasında vâsıta olan mürşidinin gönlüne gönlünü rabt etmelidir.

1- Fenâ fi’l –ihvan,

2- Fenâ fi’ş-şeyh,

3- Fenâ fi’r-Rasûl,

4- Fenâ Fillâh

Fenâ fi’l –ihvan : İhvan kardeşinde fena olmaktır. Kur’an-ı Kerim’deîsar diye bir kavram vardır ki, kişi Allah için sevdiği yol kardeşini kendi nefsine tercih etmeli.Kendine yapılmasını istemediği şeyleri yol kardeşi içinde istememektir.Çünkü o kardeşlerini ivazsız ve garazsız (dünyevi menfaat beklemeksizin) sever.Allah rızası için olan bu sevgide o derviş için Fenâ fi’ş – şeyh makamının kapısı olur.

Fenâ fi’ş-şeyh: Dervîşin yükseliş kademelerinden biri olup tasavvufî olarak kişinin kendinde ölmesi sevgilide dirilmesidir. Dervîşin şeyhinde yok olması demektir. Diğer bir ifade ile kalbinin şeyhinin kalbi ile bir olmasıdır. Misâl; Şeyhin birisi Hızır ile birlikte otururken dervîşleri ziyâretine gelir. Elini öpen dervîşin kulağına şöyle der:

–Evlâdım yanımdaki Hızır’dır.

Dervîş, hemen Hızır’ın eline yapışır. Şeyh efendi, her elini öpene aynı şeyi tekrarlar. İçlerinden bir tanesi:

–“Ben onun Hızır olduğunu bildim. Çünkü ben kalbimi sizin kalbinizle bir etmişim. Ben size tevhîd-i kıble ile bağlanmışım” der.

Fenâ fi’r-Rasûl: Rasûlullah’ın(sav) sevgisinde kaybolmak demektir. Rasûlullah’ın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemektir. Yâni sünnetlerine sıkıca bağlanmaktır. Misâl;

Rasûlullah, Mekke’yi fethettikleri zaman “Herkes gitsin yakınlarını ziyâret etsin” buyurmuşlardır. Hz.Ebûbekir babasının evine gittiğinde babası:

—“Evlâdım Allâh gönlüme rahim saldı, vakit geçirmeden beni Rasûlullah’a(sav) götür, îmân etmek istiyorum” der.

Rasûlullah’ın(sav) yüksek huzuruna varırlar. Îmân eden babası, Ebû Kuhâfe[30] isminden kurtularak, Abdullâh-ı Tâhâ ismi ile şereflenir. Hz.Ebûbekir, bir toprak yığını üzerine oturmuş ve mahzundur.

Hz.Peygamberimiz(sav):

—“Baban îmân ile şereflendi, sevinmen gerekirken bu hüzün niye” diye sorar. Hz.Ebûbekir:

—“Amcanız Ebû Tâlib vefât edince zatınız çok mahzun oldunuz. Ben ancak sizin sevindiğiniz zaman sevinirim. Üzüntülerinizle üzülürüm” der.

İşte Rasûlullah’ta(sav) fenâ bulmak budur. Dervîşlik sadece kılık kıyâfetle olmaz, asıl gâye rûhtur. Rûhun erdemleşmesidir. Seyyid Hacı Mevlüd Baba, rûhun erdemleşmesini şöyle tarif ediyor:

Terakkiye giderse rûh-i sâlik,

Makamına erişirse mesâlik,

Makamında tecelli eder Allâh,

Tecelliden tesellî olur ol şâh.

Kerâmetin dervîşte yeterli ölçü olmadığını ve bu işin günümüzde fazlaca sahtekârlığının yapıldığını yine Hacı Mevlüd Baba şöyle anlatırdı:

Keşîşler etse bâtıl ibâdet,

Olur, onlarda da keşf-i kerâmet.

DERVÎŞİN TARÎKAT DERSİ ALIŞI

Hacı Mevlüd Baba, Tarîkata girmek isteyenlere istihâre ve istişâre yapmalarını önerirdi. Niyetlerinde samîmi oldukları kesinleşince, şimdiye kadar kendi dış âlemini tanıyan insanları kendi iç âlemlerine yolculuğa çıkarırdı.

Hz.Peygamberimiz(sav), “Kendini (iç âlemini) tanıyan, Allâh’ı da bulur”[31] buyurmaktadır.

Şöyle ki; Dervîş sözcüğü Farsça olup, ‘fakîr, gâyet mütevâzî ve kanaatkâr olan’ anlamındadır. Ma’nevîyât zengini mürîd demektir. Yine dervîş sözcüğü, Farsça’da kapı eşiği anlamına da gelmektedir. Kapı ile eşiğin münasebeti göz önüne alınır. Kapı kendini tanıma yolunun ilk girişi, başlangıç yeri, eşik ise ilk ayak basılan, kapıyı yerinde tutan unsurdur. Kapı, kalb (gönül) kapısı; eşik de tevâzu ve edebin ilk adımıdır. Edep, her hususta haddini bilip sınırı aşmamaktır. Zâhiri ve Bâtınî edep olmak üzere ikiye ayrılır. Biri dışımızı temiz tutmak diğeri iç âlemimizi temizlemek ve arındırmaktır.

Mevlüd Baba, huzura abdestli gelen dervîş adayına, tefekkür-ü mevt[32] ettirip, Allâh rızası için iki rekât namaz kılmasını söyler, dervîş adayı duasını bitirdikten sonra Mevlüd Baba, dervîş adayını karşısına alır. Dervîş adayı, ibâdet oturuşu olan diz üstünde oturur. Dizler karşılıklı olarak dokundurulup, sağ el başparmakları karşı karşıya, eller musâfaha şeklinde kavrayarak tutulur. Dervîş adayı, şeyhin iki kaşının arasına bakar. Şeyh, Rufai Tarîkatı’nda şekli malum olduğu üzere nasûh tövbesini söylerken dervîş olacak şahısta tekrar eder.

Şeyh Efendi şöyle der: El ele, el hakka diyerek mensub olduğu Rufai Tarîkat silsilesindeki şeyhinden Rasûlullah(sav) dahil silsilede yer alan Mürşid-i Kâmiller’in isimlerini sayar. En sonunda da Hz.Allâh’ın yed-i kudretine bağlar. ‘Tarîkat-ı Rufâîye’yi beş azanın kırk şartı üzere verdim, aldın kabul ettin mi?’ diye sorulur. Şahsın cevabı, “aldım kabul ettim” şeklinde olmalıdır. Ve şunlar sıralanır: Gözün kördür harama bakmayacaksın, kulağın sağırdır haram sözleri duymayacaksın, ağzın yoktur haram sözler konuşmayacaksın, elin yoktur haram şeylere uzatmayacaksın, ayakların yoktur haram yollara gitmeyeceksin. Gözün var helâl şeyleri göreceksin, kulağın var helâl sözleri işiteceksin, ağzın var helâl sözleri konuşacak, Kur’ân okuyacaksın, ellerin var helâl rızıklara uzanacaksın, ayakların var helâl yollarda yürüyeceksin.

Böylece dervîş olan kişi, evlatlığa, sâlikliğe kabul edilmiş olur. Kendi iç âleminin kapısından girerek, Allâh’a vâsıl olmak hususunda belirli program dâhilinde seyr-i sülûk akdi yapılmış olur. Daha sonra dervîş olmuş kişiye Rufai Tarîkatı’nda meşhur bazı dua ve ayetlerin okunduğu şerbet ikrâm edilir. İntisab eden kişiye istidadı (kabiliyeti) nispetinde ders verilir.

Erkeklerde durum böyle iken, hanım kardeşlerde ise durum şöyledir: Hanım dervîş adayları, intisab ederken yanlarında kocası, babası, kardeşi, baliğ olmuş erkek evladı veya benzeri mahremi olan bir kişinin de bulunması gerekir. Böylece tepeden tırnağa nikâblanıp (örtünüp) ellerini dahi eldivenle kapatıp üç el tespihin bir ucundan tutulmak sureti ile Tarîkat dersi alırlar.

VELÎLER VE VELÂYET

Âyet-i kerîme’de şöyle buyurulmaktadır:

“İyi bilin ki, Allâh’ın velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar. Onlar îmân edip takvâya ermiş olanlardır. Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allâh’ın verdiği sözlerde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir”[33].

Velî, Dost, sevgili, ermiş gibi ma’nâlara gelir. Evliyâullâh, Allâh’a dost olanlardır.

Velâyet ise, Allâh’ın kulunu, kulun Allâh’ı dost edinmesi demektir. Yaratan ile yaratılan arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hak’ta fânî olup O’nunla bekâ bulmasıdır.

Âyet-i kerîme’de ; “Allâh müminlerin dostudur”[34] buyurulmaktadır. Hadîs-i kudsîde ise, “Nihâyet ben o kulumu severim. Sevince de onun artık duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum o benimle görür”[35]. Yine başka bir hadîs-i kutsîde: “Her kim benim velî kuluma düşmanlık ederse ben ona harb ilan ederim. Kubbelerimin altındaki velîlerimi benden başka kimse bilemez”[36] buyurulmaktadır.

Rasûlullah(sav) Efendimiz’e evliyâullâhın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allâh zikrolunur, onları gören Allâh’ı hatırlar”[37]. Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifâde eden, öğüt ve irşâdları istikâmetinde Allâh’a kulluk vazifelerini îfâya çalışan kimseler, bu hadîs-i şerîfin sırrını açıkça görürler.

Bir hadîs-i kutsîde Allâh Teâlâ şöyle buyurur: “Kullarımdan benim velîlerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum”[38].

Velîler, Allâh’ın Rahmân ve Rahîm sıfatlarından tecelli alırlar. Onlar, güneş, yağmur ve rüzgâr gibi çevrelerini bereketlendirirler. Güneş sadece Müslümanlar üzerine mi hayat kaynağıdır? Elbette hayır. Güneş gayr-i Müslimler üzerine de hayât kaynağıdır. Yağmur, sadece kitap ehli ülkelere mi yağar? Elbette hayır. Gayr-i kitap ehli ülkelere de yağar. Rüzgâr sadece mismil (dînen eti yenen) hayvanların otladığı arazilere mi eser? Elbette hayır. Eti yenmeyen hayvanların bulunduğu arazilere de eser.

Velîler, Hz.Peygamberimiz’den(sav) bir cüz sahibi olurlar. Hz.Peygamberimiz, tüm ashâbı için “Onlar gökyüzündeki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidâyete erenlerden olursunuz” buyurmuştur. Peygamberimiz ashâbının güçlüsünü zayıfına, zenginini fakirine tercih etmemiş, hapsini bağrına basmıştır. Allâh dostları da kendisine bağlananlar arasında sınıf ve meziyet farkı gözetmeksizin hepsini bağrına basan kimselerdir.

Velîler, Hz.Ebûbekir’den(ra) bir cüz sahibi olurlar. Hz.Ebûbekir(ra), Peygamberimiz’e(sav) dâimâ sâdık ve vefâlı olmuş “sıddîk” lâkabı ile taltîf olmuşlardır. Allâh dostları da mensûb oldukları dâvânın sâdıklarındandır.

Velîler, Hz.Ömer’den(ra) bir cüz sahibi olurlar. Tarih onu, “Dicle kenarında bir kurt kapsa koyunu, adl-i ilâhî Ömer’den sorar onu” diye bayraklaştırmıştır. Allâh dostları da âdil olan ve adâlet üzere işlerini gören insanlardır.

Velîler, Hz.Osman’dan(ra) bir cüz sahibi olurlar. Hz.Osman hayânın sembolüdür. Allah dostları da hayâ ve edeb şiârı ile tanınırlar.

Velîler, Hz.Ali’den(kv) bir cüz sahibi olurlar. Hz.Peygamberimiz, “Ben ilmin şehriyim. Ali de kapısıdır”buyurmuştur. Allâh dostları da ledünnî ilme[39] vâsıl olanlardır.

İnsanlar, Allâh dostlarının huzuruna varınca edepli olurlar. Yaramaz ve çirkin huylar kişiden uzaklaşır. Beşeriyetin hırs ve ihtirâsından arınırlar. Sevilen ve beğenilen vasıflarla donanırlar.

HACC

Hacc, İslâm’ın beş temel esâsından biridir. Hac farîzası, şartları tamam olan her Müslüman üzerine farzdır. Mekke-i Mükerreme’de bulunan Kâbe’yi ve onun civarındaki mübarek yerleri kendine mahsûs zaman içinde ve tayin edilen şekilde ziyâret etmektir.

Âyet-i Kerîme’de: “Hacc’a gidip gelmeye gücü yeten herkesin Kâbe’yi ziyâret etmesi, Allâh’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır”[40]buyurulmaktadır.

Peygamberimiz(sav) de: “Hacc ediniz. Zâhirdeki kirleri su izâle ettiği gibi, günâhları da hacc-ı şerîf imhâ eder”[41] buyurmaktadır.

Başka bir hadîste: “Helâl para ile riyâsız ve Allâh’ın rızası için haccedip kötü söz, kötü iş yapmadan dönenlerin büyük küçük günâhları affolur. Anadan doğmuş gibi günâhsız dönerler”[42] şeklinde buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba da hacca gitmek üzere kendini ziyârete gelenlere tenbîh olarak derdi ki;

—Vahyin nâzil olduğu, İslâm’ın doğup cihâna yayıldığı dönemleri, Rasûlullah’ın(sav), Ashâb-ı Kirâm’ın ve Ehl-i Beyt’in yaşadıklarını görmek şüphesiz ki büyük bahtiyârlıktır. O mübarek beldelerdeki feyiz ve bereket, her türlü tasavvurun fevkindedir. Medine-i Münevvere, bir nûr beldesidir. Büyük hürmet ve tazim edin. Orada aşk deryâsı vardır, herkesin göremediği bir âlem vardır. Çünkü o makam “Makam-ı Muhammed Mustafa”dır. Her an huzurda olun. Edebinizi muhâfaza edin. İçinizi dışınızı temiz tutun. Orada kendi iç âleminizde olun. O mübârek yolda kendinize birden fazla arkadaş edinmeyin, sözle sohbetle vakit geçirmeyin. Herkesi hoş, kendinizi boş görün, kimse ile münâkaşa ve mücâdele etmeyin. Alış-verişlerle vakit geçirmeyin. Her saniye çok önemlidir. Fırsatı ganimet bilin ve ibâdette dâim olun. Fazla yemeyin. Cennet taamı olan zemzem ve hurma yiyin, bunlar size kâfi gelir. Uyku ile fazla meşgul olmayın. Elbiseleriniz dâimâ temiz olsun. Sık banyo yapın ki ter kokmayasınız. Hep istiğfârla meşgul olun. Böylece sizi ibâdetten alıkoyacak sıkıntılardan kurtulursunuz. Günâh kamburunu sırtınızdan atmaya çalışın. Kamburu kambur üzerine ekleyip de dönmeyin.”

Yine Hacı Mevlüd Baba şöyle anlatırdı: “Rivâyet edilir ki kambur bir adam, açık arazide gezerken cinlerle karşılaşır. Cinler adama derler ki, bize öyle bir türkü söyle ki daha evvelce ne kulaklarımız duymuş olsun ne de ayaklarımız bu türküyle oynamış olsun. Adam da pek türkü bilmediğinden pazar, pazartesi bir de salı demiş. Cinlerin çok hoşuna gitmiş. Oynamışlar. Bu adama bir iyilik yapalım demişler ve karar alarak adamın sırtındaki kamburu almışlar. Bunu duyan başka bir kambur şahıs, öncekini ziyârete gitmiş. Sormuş soruşturmuş. Tarih, yer ve adreslerini almış. Aynı yere gitmiş, beklemeye başlamış. Cinler gelmiş ve ona da aynı isteklerini aynı şartla iletmişler. Bu da “çarşamba, perşembe bir de cuma” demiş. Dolayısıyla cinler oynayamazlar ve derler ki buna bir ceza verelim. Diğer kamburu da bunun üzerine vuralım.”

Burada aslolan örnekte de açıklandığı üzere tövbe ederek günâh kamburundan kurtulmaktır. Üst üste günâh işleyerek günâh kamburunun üzerine bir yenisini eklememektir.

EN BÜYÜK DÜŞMAN

Bir hadîs-i kutside: “Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir” buyurulmaktadır.

Peygamber(sav) Efendimiz de: “En şiddetli düşman iki yanın arasındaki nefsindir” [43] buyurmuşlardır.

Düşmanların en büyüğü nefistir. Tahribatı dış düşmanlardan daha fazladır. Her iyiliğe engel olan ve her kötülüğün kapısını açandır. İnsanın kendi nefsi ile cihâdına “Cihâd-ı Ekber” denilmiştir.

Hacı Mevlüd Baba da şöyle derdi: “Sen nefsini taşlayıp da ondan uzaklaşırsan, âlem de iyi olur. Allâh korkusuna ulaşır, hevâ ve heveslerden kurtulur, ibâdetlere yönelirsin. Haram ve şüpheli şeylerden kaçıp dersinle dost olursan iyi bir dervîş, takvâ bir mümin olursun. Rûhun esâreti, nefsin hürriyetidir; nefis esir alınmadıkça rûh hürriyete kavuşamaz.”

İYİ ARKADAŞ

Hz.Peygamberimiz(sav) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kimle arkadaşlık kuracağına dikkat etsin”[44]. İyi arkadaş kişiyi doğruya yaklaştırdığı gibi kötü arkadaş da kişiyi yanlışlara sevk eder. Kişi, erdemli ve faziletli büyüklerle arkadaşlık ettiği müddetçe ahlâkı, tavırları ve dünyâ görüşü güzelleşir.

Hacı Mevlüd Baba ise bu konuda şöyle derdi: “İhvân[45]lık menfaate dayanmadığından sırf Allâh rızası için kurulur, onun için de uzun sürer. Kan bağı ile bağlanan kardeşlik bu dünyâda bittiği halde, nûr bağı ile bağlanan ma’nevî kardeşlik âhirette de devam eder.”

SELÂMLAŞMAK

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Bir selâm ile selâmlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile karşılık verin veyâ aynı ile mukâbelede bulunun”[46].

Hadîs-i şerîfte ise: “İnsanların en makbûl olanları, selâmı önce verenlerdir”[47] buyurulmuştur.

Pîrimiz Seyyid Ahmed er-Rufâî Hazretleri, mahlûkata merhamet bâbından hayvanlara dahi “Gününüz aydınlık olsun” diye selâm vermişlerdir.

Hacı Mevlüd Baba ise bu konuda şöyle derdi: “Selâm insanlar arasında birbirlerine Allâh’ın rahmet ve bereketini dilemesidir. Kişiler arasında esenlik başlangıcıdır. Selâmsız güne başlamak noksanlıktır.”

HELÂL LOKMA

Hadîs-i şerîfte: “Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her Müslüman üzerine farzdır” buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba da bu konuda şöyle derdi: “Büyük zatlar, değil haramlardan şüpheli olan şeylerden bile sakınmışlardır. Haramın binâsı olmaz. Haram lokma, kişinin Allâh’a yönelmesine mânî olur. Haram lokmanın girdiği bedenin rûhundan ihlâs çıkar gider. Haram lokma ile büyüyen çocuk, ana-babasına âsî olur. Malını masiyette (günâhta) yer.”

HEDİYELEŞMEK

Hacı Mevlüd Baba, Peygamberimiz’in(sav) hediye kabul ettiğini ve hediye verdiğini söyler, çevresinde bulunanlara kendi özel eşyâlarından (örneğin elbiselerini) hediye olarak verdiği olurdu. Kendisine gelen hediyeler hususunda: “Pîrimiz Ahmed er-Rufâî Hazretleri(ra), kimseden hediye istememiş, verileni reddetmemiş, fazla mal biriktirmemiştir. Biz de onun yolu üzereyiz” derlerdi.

HAYÂ

Hadîs-i şerîfte: “Hayâ ile îmân, dâimâ bir arada bulunur, birbirinden ayrılmazlar. (Yâni biri gidince öteki de kalmaz”[48] buyurulmaktadır.

Hz.Allâh, Hz.Âdemi yaratınca ona şöyle buyurmuştur: “Sol tarafına dön, üç zulmet kir yarattım. Bunlar kibir, tamâh ve hasettir. Sağ tarafına dön, üç muazzez nûr yarattım bunlar da akıl, hayâ ve îmândır. Allâh(c.c), Hz.Adem(a.s.)’e istediğini seç al diyince o, akılı seçmiştir. Hayâ demiş ki ben akıldan ayrılmam. Îmân ise şöyle demiştir: Ben de akıl ve hayâdan ayrılmam”[49]. Bu nedenle hayâlı insan akıllı ve îmânlıdır.

Hacı Mevlüd Baba derdi ki: “Hayâ müminin zînetidir. Fertlerine hayâsızlık bulaşan toplumun mahviyeti muhakkaktır.”

ÖLÜM

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Her canlı ölümü tadacaktır”[50].

Hadîs-i şerîfte ise: “Ölümün eline düşmezden evvel tövbe, istiğfar ve haksız muamelelerini düzeltmek gibi ön hazırlıklar ile ölüme hazırlan”[51]buyurulmaktadır.

Diğer bir hadîs-i şerîfte de: “Ölümü çok hatırlayın. Çünkü ölümü hatırlamak günâhları eritir, kişiyi dünyâya dalmaktan alıkoyar”[52]buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba ise bu konuda şöyle derdi: “Ölümü dervîşlerine vaaz edip de sevdirmeyen, ona hazır olup dervîşlerini hazırlamayan kişi, mürşid-i kâmil olamaz. Derslerde “tefekkür-i mevt” etmeyen feyiz alamaz”.

EVLİLİK VE ÂİLE

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “O’nun kudretine delalet eden âyet ve alametlerden birisi de kendileri ile kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır”[53].

Hadîs-i şerîfte: “Evlenmek benim sünnetimdir. Sünnetimle amel etmeyen kimse ümmeti kâmilemden değildir. Evleniniz. Çünkü ben kıyâmet günü diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihâr ediciyim” [54]buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba: “Dünyâ cenneti huzurun bulunduğu evli çiftlerdedir. Ömre ömür katar. Dünyâ cehennemi ise evli bulunan huzursuz çiftlerin yuvasıdır. Ömrü harap eder” derdi.

TEMİZLİK

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Allâh temizlenenleri sever”[55].

Hadîs-i şerîfte: “Temizlik îmâna davet eder, îmân da sahibi ile birlikte cennettedir” [56] buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Mümin, elbiselerini dış kirlerden, içini de ma’nevî kirlerden temizlemelidir. Kalbi kirli olan adamın ma’nevîyâtı ve keşfiyâtı olmaz. Ameli de temiz olmalıdır. Amelin kötüsü îmânı kirletir ve çirkinleştirir. Amelin iyisi kötülükleri temizler hatta güzelleştirir”.

ÇALIŞMAK

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur. Ve çalışması ileride görülecektir” [57].

Hadîs-i şerîfte şöyle buyuruluyor: “Sizin hayırlınız, dünyâsı için âhiretini, âhireti için dünyâsını terk etmeyip her ikisi için çalışıp halkın başına yük olmayandır”.

Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Çalışmak îmândandır. Tembellik ise şeytandandır. Çalışan insan, hem bu dünyâda hem de âhirette mükâfatını alır. Bir lokma bir hırka sözünün asıl sahipleri, insan hırsını sınırlamak için söylemişlerdir. Ancak bu söz, günümüzde hem yanlış anlaşılmış hem de yanlış aktarılmıştır. Elbetteki bu sözden, tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı benimseyenler, hatalı davranmaktadır. Başkasının eline bakan kişi, muhatabının kalbine nazar edemez. Devletin yüz hânelik köyümüzden on iki ton tahıl topladığı zaman iki tonunu ben verirdim. İnsanın yediği en tatlı lokma, ancak helâl kazancıdır”.

SONSUZ RAHMET

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allâh katında olanlar bâkîdir, tükenmez. Sabredenlerin karşılığını en güzeli ile vereceğiz”[58].

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Allâh’ın rahmet hazînelerinin sonu yoktur. Allâh, rahmeti bol pâdişâhtır. Sâlih kullar için hem dünyâda hem ukbâda rahmet ve saâdet vardır. Pîrimiz Ahmed er-Rufâî, bize varlıkta şükür etmeyi, darlıkta ise sabretmeyi, normalde mûtedil olmayı öğretmiştir”.

KANAAT

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Dünyâ hayatında onların geçimliliklerini kendi aralarında biz taksîm ettik. Kimini kimine derece derece üstün kıldık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin. Böylece kaynaşsınlar. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır”[59].

Hadîs-i şerîfte: “Allâh’ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır”[60]buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Kanaat, hâline râzı olmak demektir. Rızık taksîmini Allâh’tan bilmektir. Rızık helâl yoldan olursa dervîş nefsânî zevklerden sıyrılır, rûhânî zevklere ulaşır. Kişinin gayreti kendi vazîfesidir. Âlem yığılsa kişiye Allâh’ın taksîminden daha fazlasını veremez. Aza kanaat etmeyen, çoğu bulamaz”.

TEMİZ GİYİNMEK

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin”[61].

Hadîs-i şerîfte: “Allâh güzeldir, güzeli sever. Kibir ise Hak’kı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir” [62]buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Dervîşlerimiz dâimâ temiz giyinmeli, özellikle cemaat içerisine katılınca temiz kokular sürünmelidir. Güzel ve temiz giyinmek, aynı zamanda nimete şükürdür. Çirkin ve hoş olmayan kokular zikir meclislerinde rahatsızlık uyandırır”.

KUR’ÂN-I KERİM’E UYMAK

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “İndirdiğimiz bu Kur’ân, feyiz kaynağı mübârek bir kitaptır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allâh’tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız” [63].

Hadîs-i şerîfte ise: “Kur’ân’a sımsıkı sarılınız, onu önder ve rehber tutunuz. Zira o, âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın mübarek kelâmıdır. O’ndan geldi ve yine O’na varacaktır” [64].

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Kur’ân, bizim hayatımızdır. Zikir meclislerimizde ilk önce Kur’ân okunur ve dinlenir. Sonra Allâh’ın ismi zikredilir. Hz.Peygamberimiz‘e(sav) salât-u selâmlar getirilir. Dualar okunup, ma’nevîyâtı yücelten gazeller söylenir”.

İNSANLARA HİZMET ETMENİN FAZİLETİ

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Siz, beşeriyet için meydana çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” [65].

Hadîs-i şerîfte ise: “Bir topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir[66] buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba’nın hayatı, ziyâretine gelenlere (küçük büyük demeden) hizmet ile geçmiştir. Hizmetin Allâh için olduğunu söyler ve hiç rahatsız olmazdı. En büyük hizmeti, nicelerinin hidâyetine vesîle olmaktı. Himmeti hizmetten doğardı.

HAYIRLI AZIK: TAKVÂ

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kendinize azık edinin. Şüphesiz azığın en hayırlısı takvâdır…”[67].

Hadîs-i şerîfte: “Dünyâda kalacağın kadar dünyâya için çalış. Âhirette kalacağın kadar âhiret için çalış. Allâh’a muhtaç olduğun kadar Allâh için amel işle. Cehennem azabına tahammül nispetinde de orası için çalış”[68]buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Dünyâ yolculuğu için azık lüzûmu kadar helâl kazanılmış taam olmalı. Dünyâdan yolculuk için ise marifet ve muhabbetullâh ile hazırlanmış takvâ ameli lâzımdır. Dünyâ azığını saklamak için güvenlik lâzımdır. Âhiret azığının saklayıcıları amel defterimizi her an yazan hafaza melekleridir”.

TEVBE

Hadîs-i şerîfte: “Dil ile yapılan istiğfâr, yalancıların tövbesidir”[69].

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Tövbe samîmî, içten ve riyâsız bir şekilde yapılmalıdır. Dilde kalan tövbe önceki günâhları yapmaktan kişiyi alıkoymaz. Gönülden yapılan tövbe ile kötülük terk edilmekle kalınmaz. Kötülüğe karşı duyulan meyil de kökünden sökülüp atılır”.

EMÂNET

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Bir kısmınız diğerlerine bir şey emânet ederse, güvenilen kimse kendisine emânet edileni yerine versin ve bu hususta Rabbi olan Allâh’tan korksun”[70].

Hadîs-i şerîfte: “Nezdinde emânet bırakılan eşyâyı sahibine iâde et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!”[71] buyurulmaktadır.

Hacı Mevlüd Baba ise şöyle derdi: “Dünyâda Allâh’ın bahşettiği her şey emânettir. En önemlisi de Allâh’ın verdiği candır. Emrolunduğumuz gibi muhâfaza etmek ve sahibine teslîm etmemiz lâzımdır”.

AKRABA ZİYÂRETİ

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ana-babaya ve yakınlara iyilik edin”[72].

Hadîs-i şerîfte: “Akrabası ile bağını koparan kimsenin nasibini Cenâb-ı Allâh cennetten keser”[73].

Hacı Mevlüd Baba, dedesi Hacı Ahmet Baba’nın türbesini sık sık ve babası şehîd Yakûb Baba’nın şehîd düştüğü, aynı zamanda ulaşımı da çok zor olan tabyadaki kabrini ise yılda bir kez ziyâret ederdi. Evvelce yeri belli olmayan, şehîd babasının mezar yerini kendisi rüyâ yolu ile keşfetti. O köyde bazı insanlar da rüyâlarında gördükleri yerin Mevlüd Baba’nın dediği yerle örtüştüğünü söylediler.

EDEB VE İBRET

Hadîs-i şerîfte: “Bahtiyâr insan, başkalarının hâlinden ibret ve öğüt alandır. Bedbaht ise, kendisinden başkalarının ibret ve öğüt aldığı kimsedir”[74].

Hacı Mevlüd Baba, bize şöyle anlatırdı: “Lokman Aleyhisselâm, çok edepli bir zât imiş. Kendisine sormuşlar:

-Bu edebi kimden aldın?

-Edepsizden aldım, demiş.

Dolayısıyla hayâta ibret nazarı ile bakın, edepsizlerden edep öğrenin.

Hacı Mevlüd Baba’nın bizzat kendisinden dinlediğim ancak mahlasını bilmediğim mısraları buraya yazmak istiyorum.

Edep bir tâç imiş nûr-i hüdâdan,

Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan.

İlim irfân meclisinde aradım buldum talep,

İlim en gerideymiş illâ edep, illâ edep.

NÂFİLE NAMAZLARI

Hacı Mevlüd Baba, abdest aldıktan sonra iki rekât nâfile namaz kılardı. Câmiye sürekli olarak ezân okunmadan önce gider ve câmide iki rekat mescit namazı kılardı. Kuşluk vakitlerinde iki rekât namaz kılardı. Akşam namazının bitiminde evvâbîn namazını altı rekât kılardı. Gecenin belirli saatlerinde uyanır teheccüd namazı kılardı.

Öyle bir âleme geldim ki sefâ içinde gam var.

Zâhire nazar ettim, sen ile ben var.

Bâtına nazar ettim, ne sen var ne de ben var.

Ma’bûd-u mutlak olan Hz.Allâh var.

Îzâhı: Şeriat kurallar bütünüdür. Senin hakkın senindir, benim hakkım benim. Tarîkat ferâgattır. Senin hakkın senindir, benim hakkım da senin. Hakikat, Allâh’ın kudretinde kaybolmaktır. Senin hakkın da yoktur, benim hakkım da yoktur. Marifette ne sen varsın ne de hakkın, ne ben varım ne de hakkım. Sadece Allâh var ve biz onun yarattıklarıyız.

Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sana gelen iyilik Allâh’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir” [75]. Şu halde kul kâsibdir; hak eder, murâd eder. Allâh hâlıktır; kulun irâdesine göre yaratır.

TASAVVUF

Bismihi Teala :

” Rahman olan Allah’ ın ( has dostları ve ) kulları yer yüzünde tevazu hali içinde yürürler. Cahiller kendilerine takıldıkları zaman, güzel ve yumuşak söz söylerler.” Kuran-ı Kerim Furkan Suresi 25/63

” İyilik ve takva üzerine yarışınız ” Kuran-ı Kerim el-Maide Suresi 2

” Ümmetim içinde ilham ve keşfe mazhar bazı insanlar vardır. Ömer de bunlardan biridir.” Hadisi Şerif -Sahih-i Buhari, Fezail 16

Zaman içerisinde tasavvufun pek çok tarifi yapılmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Ma’ruf el-Kerhî (K.S) : “Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların ellerinde bulunan şeylere gönül bağlamamaktır.”

Cüneyd-i Bağdadî (K.S) : “Tasavvuf, Hakk’ın seni senden öldürmesi ve seni kendisi ile diriltmesidir.”

Yine Hz. Cüneyd: “Tasavvuf, vakitleri muhafaza etmektir “, demiştir. Bu da kulun haddini bilmesi, Rabb’ına muvafakat etmesi ve vaktinin gayrisi ile bulunmamasıdır (hâline razı olmasıdır) .

İmam Gazzâlî (K.S)): “Tasavvuf, kalbi yalnız Allah’a bağlayıp, mâsivâdan ilgiyi kesmektir.”

Tasavufun ne olduğu sorulan Cüneyd-i Bağdadi ( K.S ) şöyle cevap vermiştir: ” Yaratıklarla alakayı kesip Allah ( CC ) ile olmaktır.”

Ruveym b. Ahmed ( K.S ) : ” Tasavvuf, nefsi Allah ( C.C )’ ın iradesine teslim etmektir.”

Semnun ( K.S ) : ” Tasavvuf hiçbir şeyin sana, senin de hiçbir şeye malik olmamandır.”

İbn Atâ: “Tasavvuf, Hakk’la beraber istirs âl (Kulun kendisini kayıtsız ve şartsız Allah’ın irâdesine teslim etmesi) dir.” demiştir:
Ebu Yakub Süsi: “Süfi, sebebin rahatsız etmediği ve talebin yormadığı kişidir”, demiştir. (Çünkü o sebebi değil, Allah’ı görür, bir şeyin istek ve irâde ile değil takdirle hasıl olduğunu bilir) .

“Tasavvuf nedir”, diye soran bir zata Cüneyd (k.s.) şöyle dedi: “Tasavvuf, sırrın ve ruhun Hakk’a ulaşmasıdır. Buna nâil olmanın yolu, nefsin, sebepleri görmekten fâni olmasıdır. Bu ise ruhun kuvvetli ve Hakk’la kâim olması sayesinde mümkün olur.”

“Sufilere neden sufi denildi”, sorusuna Şiblî (k.s.) şu cevabı verdi: “Çünkü sufilerin sıfatları var, şekirleri ( r u s û m ) mevcut. Böyle olmak onların nişanıdır. Şayet sıfatların var ve şekillerin mevcut olmaması onların nişanı olsaydı o zaman sıfat ve şekle sahip olmamak onların nişanı olurdu”. Şibli, sufilere sufi denilmesini sıfat ve şekle sahip olmalariyle izah etmiş, hakikat derecesine ulaşan bir sufinin resmi (şekli) ve sıfatı olabileceğini kabul etmemiştir. (Hakiki sufide sıfat ve resim yoktur, bu dereceye ulaşmamış olan sufilere eski sahib bulundukları sıfat ve şekiller dikkata alınarak s u f i y e denilmiştir) .

Bayazid Bistami (k.s.) ; “Sufiler, Hakk’ın kucağında (ve himayesinde) ki bebeklerdir”, demiştir. (Anne bebeğin ihtiyaçlarını temin ettiği gibi Allah da onların ihtiyaçlarını sağlar) .

Ebu Abdullah Nebâci (k.s.) ; “Tasavvuf b i r s â m (bir delilik nevi) hastalığı gibidir. Başlangıçta insan saçmalar. Fakat bu hâl kendisinde iyice yerleşince lâl olur. Yani sufi başlangıçta makâmından bahseder, hâli ile ilgili bilgiler anlatır. Fakat keşfi açılınca hayrette kalarak sukut eder”. (Maksadı sözle anlatmak vuslat hailnde olmayan sufilerin hâlidir, tasavvufun son merhalesine ulaşanlar h a yr e t içinde kalır ve sukut ederler. Sukut sözden üstündür) .

Fâris’in şöyle dediğini işitmiştim: “Nefsâni arzular, insanın önünde duran büyük ve önemli işlere galebe çalınca, en doğru olanı tercih etmek bahis konusu olur. O zaman bu hâl sözle açığa vurulur ve yayılır. Vuslat makâmına ulaşılınca, nefisle nefsin arzuları arasına perdeler çekilir, o zaman her an sukut etmekten başka yapılacak bir şey bulunmaz”. (İnsan nefsi ile çatışma hâlinde bulunduğu zaman en iyi hareket tarzını tercih etme imkânına sahip olur. Onun için de durumu sözle ifade eder. Kendinden geçip nefsinden gâib olunca susmaktan başka bir şey bahis konusu olmaz) .

Ebu Hüseyn Nuri’ye (k.s.) ; “Tasavvuf nedir”, diye sorulmuş, o da ; “Makâmı yaymak ve kıvâma vâsıl olmaktır” , demiştir. “Peki sufilerin ahlâkı nedir” diye sorulunca, “başkalarını sevindirmek ve onlardan gelen eziyeti görmemezlikten gelmektir” , demiştir.

“Makâmı yaymak” , sufi başkasının hâlinden değil, sadece kendi halinden ilim dili ile bahseder, demektir. “Kıvama ermek”, sufinin hâli, içinde bulunduğu hâli bırakıp başkasının hâli ile meşgul olmasına engel, olur, manasına gelir.
Bu konuda bize Ebu Hüseyn Nuri’nin şu şiiri okunmuştur:

“Bana öyle bir hâl verdin ki hâlimi anlatmaya ihtiyaç kalmadı. Konuşamayan bir kimse maksadını sözle nasıl anlatır?”
“Hâl, hâl sahibine tercüman olmadıkça, hâl iddia eden bir kimseyi tasdik etmek mümkün değildir”. (İçteki Allah korkusu hâli dışta o kadar âşikâr olmalı ki bunu sözle anlatmaya lüzum kalmamalı).

Bir ilim dalı olarak genel bir tarif yapmak gerekirse, “Tasavvuf, insanın kalbindeki kötü vasıflarla onlardan kurtulma çarelerinden; kalpteki iyi vasıflar ve onları kazanma yollarından; manevi mertebeleri kat ederek, en yüksek mertebe olan “insan-ı kâmil” mertebesine ulaşmanın kurallarından; ve nihayet “tevhid”in sırlarından bahseden bir ilimdir.” Diye tarif edebiliriz.

” Tasavvuf Kur’an ahlakıdır. Resulullah’ın deruni ahval ve halatı, şeriatin ince adabıdır. Tasavvuf bencillik değil, diğerbinliktir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir; laf ebeliği değil, samimiyet, ihlas ve hikmettir. Kalp temizliği, irfan yüceliği ve amel-i salih mektebidir. İnsanı-ı Kamil olmanın yolu ve yöntemidir. Kıyl-ü kal değil, güzel haldir. Taşa karşı gül, zehire karşı panzehirdir, gözlere nur, gönüllere sürurudur.”

Tasavvufun Konusu:

Tasavvuf, Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedi saâdete ermek için nefisleri temizleme, ahlâkı tasfiye, iç ve dışı tenvîr, sûret ve sîreti tezkiye hâllerinden bahseden bir ilimdir.

Tasavvuf, zevken bilinen ve yaşanan bir ilim (hâl ilmi) olduğu için İslâm’ın bâtınî yönünü teşkil eden “iman”, “ihsan” ve Hakk’ı tanıyıp bilmek de onun konusu içine girer.

Ayrıca tasavvuf ilmine mahsus ıstılahlar onun konularıdır. Mesela, nefsini bilmek, kalbini bilmek, nefsini temizlemek, kalbini temizlemek, mükâşefe, müşâhede, makamlar, hâller, kurb, vusûl, fenâ, bekâ, sekr, işaret, ilham vs.

Tasavvufun Gayesi:

Hz. Peygamber (s.a.v.), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” Buyurmakla son Peygamber olarak gönderilişinin gayesini belirtmiştir. Tasavvufun gayesi de, ahlâkın kemâl mertebesine ulaşmak için her hususta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gösterdiği yolu takip ederek, iç ve dış olgunluğu itibarıyla O’nun gerçek varisi olmanın yolunu göstermektir.

Tasavvufun gayesi, Hakk’ın rızâsını kazanmak için nefisleri temizlemek, güzel ahlâk sahibi olmaya çalışmak, kısaca Allah ve Rasulü’nün ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Tasavvufun Özellikleri:

1- Manevi tecrübe ile anlaşılan bir ilimdir.

2- Tasavvufî bilginin konusu marifetullahtır.

3- Tasavvuf, tatbiki bir ilim olduğundan, mürşid vâsıtasıyla öğrenilir.

4- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir. Çünkü tecrübidir.

5- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelam gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.

Tasavvufun Zuhuru:

Tasavvuf isim olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde yoktur. Fakat muhteva olarak mevcuttur. Çünkü İslâm’ın ihsan boyutunu, insanın ikan yani yakıni bir kıvamda yaşamasını sağlayan tasavvuftur. Kur’ân’da bahsi geçen; takva, zikir, huşu, tevbe, rızâ gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur’ân ve Sünnet’ten alıp, tatbiki olarak öğreten zahidlerdir, sûfîlerdir. Tasavvufun asr-ı saâdetteki adı zühd’dür.

Hz. Peygamber’den sonra İslâm fetihlerinin genişlemesi, harpte elde edilen ganimetlerin Müslümanları refah ve saâdete sevk etmesi; bu ilmin müstakil bir tarzda zuhuruna medar olmuştur. Bir kısım Müslümanlar zenginliğe, paraya ve dünya mallarına yönelirken, diğer kir kısım Müslümanlar ise, kendi inandıkları temiz akideyi aynen devam ettirmek ve Allah(c.c.) tarafından vahyedilmiş olanın dışına çıkmaksızın Hz. Peygamber(s.a.v.)’in yolunda gitmeyi üstün tutmuşlardır.

Tasavvuf, müstakil bir ilim olarak ilk defa Basra’da zuhur etmiştir. İlk devir sôfilerinin hepsi zahid’dir.

İlk önce sufi ismini alan zât Ebû Hâşim sôfi’dir(ö.150/767). İlk tekke de Suriye’de Reml şehrindeki Ebû Hâşim Tekkesi’dir.

Ebû Hâşim ile başlayan zühdî hareketler, kısa zamanda İslâm memleketlerine yayıldı. Tarîkat öncesi tasavvuf diye isimlendirilen bu devir sufileri azdır.

Sufiyye mesleğine ilk olarak hareket veren Süfyan Sevri (K.S)’dir.

MÜRİD

Arapça, isteyen demektir. Allah’a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide) bağlanan ( bey’at eden) kişiye mürid denir. Tasavvufi anlamdaki olgunlaşmada 4 merhale vardır. 1- Talib, 2- Mürid, 3-Mutasavvıf, 4- Süfi. Mürid, bir tekamülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada bulunan süfiye, vasıl denir. Müridi üç gruba ayırırlar:

Mutlak mürid: Şeyhine “niçin?” sorusu sorarak dili ve kalbiyle itirazda bulunmayan, şeyhinin sözlerine karşı delil istemeyen müride, mutlak mürid denir.

Mücaz mürîd: İç ve dışa ait her hususta şeyhinin rey ve iradesi altında bulunan dervişe denir.

Mürted mürid: Şeyhine emrettiği, yasakladığı konulara karşı çıkan müriddir ki, zamanımızda bu türden olanlar çoktur. İlk iki grub makbuldür. Müridin herşeyden önce şeriate sımsıkı yapışması (takva), edeb ve sıdk (doğruluk) üzere olması gerekir.

Tasavvuf Mecmuası ‘ndan

Dervişlik Nedir?

Şeyh Remzi er-Rufa’î

Bu suâle birkaç suretle cevab verilebilir.

Başına ‘arakiye, arkasına ‘aba giyerek ayin günleri ba’zı dergahlara devam etmek ve orada mücteme’an vaki’ olacak zikirlerde hazır bulunmaktır.

Feraiz ve vacibat-ı îlahiyye ve Sünen-i Nebeviyye yi kema yenbeği îfa etmekle beraber lezzet-i ‘ubüdiyyeti idame ve “La yezalü’l- ‘abdü yetekarrebü ila bi’n-nevafil” hadîs-i kudsîsî mucibince nevâfil ile de iştigal etmek için bir şeyhe inâbe etmek ve ta’lim edeceği evrad ve ezkâra müdavemetle ehl-i riyazet ve sahib-i takva olmaktır.

(Ye’bne adem innema ‘arefenî men ‘arefe nefsehü ve innema vecedenî men tereke nefsehü a’rif nefseke ya insan lita’rufinî) emr-i kudsîsî mucibince nefsini bilmek ve Rabb’ini bulmak maksadıyla bir mürşid-i kamile teslim olarak mücahadatını îfa ve ahlakını tasfiye ile ruhunu tecellî ettirmek ve Rabb’ına vasıl olmaktır.

Mürşid-i kamil olan şeyhine ne ‘aynî ve ne de gayrî olmak şartıyla kendini benzeterek iradesiz mürîd olmak, ya’ni Hazreti Cüneyd’in (levnü’l-mai levnüinaihî)” =suyun rengi kabının rengindedir= ve Derviş Yünus’un (Halk içre bir ayineyim, herkes bakar kendin görür) kelamları mazmünunca bila-makam her makamdan görünmektir.

Şu ta’rîfattan anlaşılıyor ki dervişlik ne yalnız surette, ne de yalnız sîrettedir. Hem surette ve hem de sîrette olmak lazımdır. Binaenaleyh, dervişlere enfüsî ve afakî olmak üzere iki vazîfe-i asliye terettüp ider. Vazîfe-i enfüsiyye, cismanî ve ruhanî kendi nefsine, vazîfe-i afakiyye, ‘alem-i beşeriyyete karşıdır.

Dervişlerin kendi nefsine karşı olan vazîfesi: Sinn-i mükellefiyete vasıl olur olmaz dünyaya ne için ve kimin tarafından ne suretle getirilmiş olduğunu mülahaza ederek mebde’ ve me’adını anlamağa çalışmak bunun için de evvel emirde tahsîl-i ‘ulum ve funun ile eşkal ve havass-ı zahiriyyesini, ba’dehü iktisab-ı ‘irfan ile ahval ve havass-ı batıniyyesini, elhasıl, vezaif-i insaniyyesini öğrenmektir. Hazret-i Rasül-i Ekrem (s.a.v) “el-‘ilmü ‘ilmani, ‘ilmü’l- ebdani sümme ‘ilmü’l -edyan” buyurmuştur. Şüphe yok ki buradaki ‘ilmü ebdandan maksad fen-i tıp değildir. îlm-i nefsdir ki ademiyyetin zahiriyat ve batıniyatına şamildir, (men ‘arafe nefsehü fekad ‘arafe Rabbehü) hadîs-i şerifi de bunu müeyyeddir. Me’a haza bir salik tabîb dahî olursa ‘ılm-i nefsi daha sühuletle elde eder ve teferru’atını anlar.

Burada bir sual varid-i hatır olabilir. O da cahil olanlar derviş olamazlar mı? Halbuki Derviş Yunus gibi ümmi nice salikler gelmiştir. Evet (zalike fadlullahi yü’tihî men yeşaü) olabilirler lakin nevadirdendir. Bundan ma’ada derece-i kemalde behemehal noksan olurlar çünkü Cenab-ı Hakk (Hel yestevi’l-lezîne ya’lemüne ve’l-lezîne la ya’lemün) buyurmuştur. Bilen ile bilmeyen müsavi olamaz. Esasen kemal-i evliyaullahtan olan İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i ‘Arabî, Mevlana Celaleddîn-i Rumî kaddesallahu esrarahüm gibi zevat zamanların da ‘ulüm-ı zahiriyyede dahi yed-i tüla sahibi idiler ve bu suretle meratib-i insaniyyeyi tamamıyla idrak ederek mürşid-i kamil olmuşlar idi, Ba’zı evliyaullahın, ‘ilm, sülük için hicabdır dedikleri varlık itibariyledir.Yani salik kendi ilmine istinad ederek mürşidinin telkînatını kabul etmez ise ‘ilmi hicab olur demektir. Yoksa ilimsiz, akılsız dervişlik olmaz. Bunun içindir ki meczübîn ile kamilîn arasında zahirî ve batınî pek büyük farklar vardır. Şu halde derviş olmak için evvel emirde kuvve-i ‘akliyye ve zekaiyyesi tam bulunmak ve vezaif-i insaniyesinin zahiriyatını müte’addit hocalardan, ulemadan öğrenmiş ve ma’neviyatını da bir veyahut birkaç mürşid-i kamilden ahz ve telakki etmiş bulunmak şarttır.

Burada dahi bir sual varid olur şöyle ki: Müte’addit hocalardan tederrüs etmek kabul olunursa da seyr u sülük için birkaç mürşide ne ihtiyaç var, bir mürşid kafi değil midir? Hayır! Eğer mürşid cidden haiz-i cemi’î kemalat olmazsa kafi değildir. Nitekim kibar-ı evliyaullahdan ekseri birkaç mürşide hizmet etmişlerdir. Vaktiyle meşayıh dervişini bir raddeye kadar kendisi terbiye ederek isti’dadını fazla görürlerse diğer meşayiha gönderir ve anlar ma’rifetiyle ikmal-i sülük ettirirler idi. Ve dervişlerinin her halde noksan kalmamasına i’tibar ederler idi. İşte bir derviş zikir olunduğu vech ile nefsine karşı olan vezaifini öğrenirse kendini halen ve tamamen mürşidine benzetmiş bulunur ki bu surette kendisi mürşidinin ne aynı ve ne de gayrı olur. İnsan-ı kamil buna derler.

Dervişlerin ‘alem-i beşeriyete karşı olan vazîfesine gelince: Bir derviş kendisi nasıl hocalarından, mürşidinden ya’nî alem-i beşeriyetten ‘ilim ve ‘irfan ahz ve telakki ederek tefeyyüz itmîş, adem olmuş ise anı ya’nî aldığı ilim ve irfanı yine ‘alem-i beşeriyyete i’ade ederek borcunu te’diyeye, emaneti red ve teslime mecburdur. Bu borç bir deyn-i ma’nevîdir ki ehl-i himmet ve hamiyyet olan dervişler te’diye etmişlerdir. Hazret-i Fahrü’l-Mürselîn (s.a.v.) Efendimiz: “Allahümme’kdi ‘annî deynî “ buyurmuşlardır. Bu deynden murad hakikatta deyn-i suverî değildir. Belki beşeriyete olan deyn-i ma’nevîye işarettir. Halbuki Zat-ı Risalet Penahileri alem-i beşeriyyete olan deynlerini te’diye ettikten ma’ada la yefna hazineler dahî bırakmışlardı ki bugün biz, ümitleri anları israf etmekteyiz, (el-Uulema-ü Veresetü’l- Enbiya) hadîs-i şerif; matükunca ‘ulema, ‘urefa bu hazineleri tevarüs etmişler, isteyenlere bezi etmekde bulunmuşlardır.

Hakîkaten ekser-i evliyaullah kendilerini mürşidlerine benzettikleri gibi yüzlerce efrad-ı beşeri de kendilerine benzeterek adem etmişler, ‘alem-i beşeriyete sermayeler terk etmişlerdir. Ashab-ı hasenattan biri bir cami yaptırarak bir hayır işler. Lakin o cami kendi gibi bir cami yaptıramaz. Halbuki bir hayrü’l halef bırakabilirse o da diğerini, üçüncü dördüncüyü, elhasıl, müselsel olarak ila nihaye yekdiğerini ıslah ve terk ederek salah-ı halî, ahlak-ı Muhammedi’yi idame ederler ki maksüd-i aslî dahî budur. Binaenaleyh dervişlik yalnız nefsini kurtarmak değil, ebna-i cinsinden birkaçım dahî kurtararak tertîb-i meratibi insaniyye etmek (ve hüve’1-lezî ce’aleküm halaife fi’1-ardi) kelam-ı ‘izzetinin esrarım izhar eylemektir.

Ebna-yı cinsinden hiç olmaz bir kimseyi ıslah ile helak-i ma’neviden kurtaramayan dervişlerden ‘alem-i beşeriyet da’vacıdır. Hazret-i Rasür-i Ekrem (s.a.v.): “eş-Şerefü bi’l-edeb la bi’n-neseb” buyurmuşlardır. Hüner evlad-ı sulbiyye değil evlad-ı ma’neviyye yetiştirmektedir. İşte dervişliğin vezaif-i asliyesinden olan vazifeyi muhtasaran beyan ettik. Bunları nazar-ı ehemmiyetten dür tutan dervişler emin olsunlar ki ‘ömürleri oldukça dergahlarda püşt-pâ ursalar üç ‘arakiyeyi yedi cübbeyi birbiri üzerine giyseler yine derviş-i hakîkî olamazlar.

Fî 7 Haziran sene 327/1911 Şeyh Remzî er-Rufaî

[ TASAVVUF-İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi Sayı 2 – 5 Ocak 2001]

[1] Cebecioğlu,Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimler sözlüğü, Ankara 1997,s.689

[2] Yılmaz, H. Kâmil, Aziz Mahmut Hüdâyî Hayatı-Eserleri- Tarîkatı, İstanbul 1990, s. 143

[3] Arapça, taşımayı ifade eder. İlâhî tecelli, bu kelime ile anlatılır. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem,Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 274.

[4] Arapça kendine çekme anlamına gelir. Allâh’ın, kulunu kendi zâtına çekmesidir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 183.

[5] Arapça sarhoşluk anlamına gelir. Kalbe gelen feyzin etkisiyle gaybete düşmesidir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 626.

[6] Arapça gözetlemek, korumak ve kontrol etmek demektir. Tasavvufta ise, Allâh’ı kalb ile düşünmek anlamına gelir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,Ankara 1997, s. 517.

[7] Arapça azîzlik ve şeref demektir. Tasavvuf dilinde ise, peygamberlerden ortaya çıkan olağanüstü hallere mûcize denirken velîlerden ortaya çıkan benzeri olağanüstü hallere ise kerâmet denir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem,Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara 1997, s. 446.

[8] Ankara “Ehl-i Beyt Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı” Talatpaşa Bulvarı, Morova Apartmanı,150/15 Cebeci Dörtyol /Ankara Tlf: 0.312 362 08 27-362 92 48-362 14 96

[9] Daha geniş bilgi için İmam Suyutî hazretlerinin ilgili kitaplarına bakınız.

[10] Ebu’l-Hüda Sayyadi er-Rifâiî Tercüme Mahmut Nedim Aysoy , Zembil Yayınevi,2005 Ankara

[11] Zübde-i âlem: âlemin özü demektir. Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdem: Dünyanın gözbebeği, dünyanın merkezinde olan insan anlamına gelir.

[12] Yılmaz, H.Kâmil, Aziz Mahmut Hüdâyî Hayatı-Eserleri- tarîkatı, İstanbul 1990, s. 193.

[13] Yusuf (12), 53.

[14] Kıyâme (75), 2.

[15] eş-Şems (91), 8.

[16] el-Fecr (89), 27.

[17] el-Fecr (89), 28.

[18] Abdülkadir-i Geylânî, Sırru’l–esrar, İstanbul 1986, s. 23.

[19] İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Sadeleştiren: Turgut Ulusoy, Bahar yay., İstanbul trs, I, 159.

[20] Bilgiz, Musa, Kur’ân’da Bilgi Kavramsal Çerçeve Bilgi Türleri, İstanbul 2003, s. 49.

[21] el-Kâsımî, Muhammed Cemâlüddîn, Mehâsinu’t-t’vîl (Tefsîru’l-Kâsımî), Tahk.: M. Fuâd Abdulbâkî, Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabî, Beyrut 1957, I. Baskı, I-XVII, XI, 4097.

[22] Bilgiz, Musa, Kur’ân’da Bilgi Kavramsal Çerçeve Bilgi Türleri, İstanbul 2003, s. 57.

[23] Bakara (2), 200. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Bilgiz, Musa, Kur’ân’da Bilgi Kavramsal Çerçeve Bilgi Türleri, İstanbul 2003, s.186.

[24] Arapça, ‘hayırlı olanı istemeyi’ ifade eder. Hakkında tereddüt duyulan, kararsızlık bulunan bazı işlerin hayırlı olup olmadığını anlamak üzere rüyâya yatmak demektir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem,Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri sözlüğü, Ankara 1997, s. 403-404.

[25] Hiçbir hammaddemiz yokken bizi yaratan, kanunumuzu koyan, koruyan ve kollayan sensin.

[26] Bakara (2), 152.

[27] Ra’d (13), 28.

[28] Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin(ra) bu konudaki eleştirisinin ayrıntısı için bakınız: Seyyid Ahmed er-Rufâî (ra), el-Burhânu’l-müeyyed (Delilleriyle Ma‘rifet Yolu), Hazırlayan: H. Kâmil Yılmaz, İstanbul 1995, s. 31.

[29] Seyyid Ahmed er-Rufâî’nin (ra) sözlerindendir.

[30] Câhiliye döneminde Kuhâfe adında puta taptığı için bu adı almıştır.

[31] “Men ‘arefe nefsehû fe kad ‘arefe rabbehû” bakınız: Nevevî, Riyâzu’s-sâlihîn,

[32] Ölmeden önce ölmek, ölenin âhirete götürmesi gereken azıkla gitmesini kendisine hissettirmek demektir.

[33] Yûnus (10), 62–64.

[34] Âl-i İmrân (3), 68.

[35] Buhârî.

[36] Buhârî.

[37] Câmiu’s-sağîr.

[38] Râmûzu’l-Ehâdîs.

[39] Ledün: Arapça’da zaman veya mekân zarfı olup, yanında, …de, …da anlamlarını içerir. Gayb ilmi ve sırlara vâkıf olma anlamında kullanılan tâbirdir. Kehf sûresinde “…ona katımızdan bir ilim öğrettik…” (Kehf/65) âyetiyle bu ilme işâret olunur. Tahsîl yapmadan, çaba göstermeden, Allâh tarafından vâsıta olmaksızın kula öğretilen bu ilme “ilm-i ledünnî” (ilâhî bilgi) denir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri sözlüğü, Ankara 1997, s. 471-472.

[40] Âl-i İmrân (3), 97.

[41] Câmiu’s-sağîr.

[42] Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 756.

[43] Beyhâkî, Sünen.

[44] Ebû Dâvûd: 4833.

[45] Aynı tarîkata mensûb kişiler birbirlerine ihvân (kardeş) derler.

[46] Nisâ (4), 86.

[47] Ebû Dâvûd.

[48] Câmiu’s-sağîr.

[49] el-Hâc Muzaffer Ozak, İrşâd, I-III, İstanbul 1981, I, 253-54.

[50] Âl-i İmrân (3), 185.

[51] Câmiu’s-sağîr.

[52] İbnu Ebi’d-dünyâ.

[53] Rûm (30), 21.

[54] İbni Mâce: 1846.

[55] Tevbe (9), 108.

[56] Taberânî.

[57] Necm (53), 39.

[58] Nahl (16), 96.

[59] Zuhrûf (43), 32.

[60] Câmiu’s-sağîr.

[61] A’râf (7), 31.

[62] Müslim.

[63] En‘âm (6), 155.

[64] Câmiu’s-sağîr.

[65] Âl-i İmrân (3), 110.

[66] Câmiu’s-sağîr.

[67] Bakara (3), 197.

[68] İmâm-ı Şârânî.

[69] Münâvî.

[70] Bakara (2), 283.

[71] Tirmizî.

[72] Nisâ (4), 36.

[73] Münâvî.

[74] Müslim.

[75] Nisâ (4), 79.

Yorum Yapın